20 Ekim 2022 Perşembe

Ahmet Taner Kışlalı Kemalizm ve Laiklik

21 Eylül 1999 tarihinde Ahmet Taner Kışlalı evin önünde arabasına konulan bir bombanın patlaması sonucu katledildi. Bu olay 1990’lı yılların başından itibaren Atatürkçü aydınlara yapılan planlı saldırı dalgasının bir parçasıydı. O dönem yapılan aydın cinayetleri olmasa Türkiye belki 20 yıllık siyasal islam yönetimi altına girmemiş olabilirdi. Bu çıkarımı şuna dayanarak söylüyorum; M. Aksoy, B. Üçok, Dursun, U. Mumcu ve A.T. Kışlalı  gibi aydınlar bugünlerin geleceğini 30,40 yıl önce görmüş ve toplumu uyarmak için yazmış, örgütlenmiş, tehditlere aldırış etmeden toplantılar düzenlemişlerdi. Hepsinin üzerinde durdu en önemli konu tabii ki Atatürkçülük ve cumhuriyetimizin temel taşı olan laikliktir.

Kışlalı ve Kemalizm

Ahmet Taner Kışlalı kendisini Atatürkçü yerine Kemalist olarak tanımlamaktadır. Kendini bu şekilde tanımlamasının sebebi ise 12 Eylül gibi Türk-İslam sentezci bir rejimin kendisini Atatürkçü olarak tanımlamasından dolayı bu terimin yıpratılması ve Kemalizm’in uluslararası dile girmesidir.

1990’lı yıllarda Kemalizme olan ilginin giderek arttığını 1996 yılında Viyana’da yaptığı konuşmada şöyle anlatıyor: “Kemalizm eskiden 10 Kasımlarda bir ders anlatırken son üç yıldır ilgiden dolayı bir hafta anlatıyorum. Denizli de gittiğim konferans salonunun ilk gidişimde 1/3’ü bile dolmazken, şimdi salon dolup taştı.” Bu ilgilinin sebebi de Kışlalı’ya göre “Karşı Devrimcilere” olan tepki ve Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın yıkılmasıdır.

Kışlalı, Atatürk devrimlerinin sürekli olmasından, aklın ve bilimin yolundan giderek kalıplaşmamış olmasından kaynaklı günümüzde bile yaşadığını belirtiyor ve tarihe geçen şu sözünü: ‘”Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür’’ adeta beyinlere kazıyordu.

Numaracı Cumhuriyetçilerin Kemalizmin demokratik olmadığını nitelemeleri üzerine ünlü Fransız siyaset bilimci Prof. M. Duverger’ın şu yazısı ile onlara okkalı bir ders veriyordu: “Kemalist partinin birinci özelliği demokratik bir ideolojiye sahip bulunmasıydı. Tek partili şefler için ideal çoğulculuktu… Mustafa Kemal’in Siyasal rejimi çoğulculuğun üstün bir değer olduğunu kabul ediyor ve çoğulcu bir devlet felsefesi içinde işlevini yerine getiriyordu. Üstelik, Türk tek partisinin yapısal açıdan da totoriterlikle ile hiçbir ilgisi yoktu.”

Etnik ve dinci yapıların artan saldırılarına, kendine aydın diyen bazı kişilerinde eklenmesi üstüne onlara yine şu uyarıda bulunuyordu:

“Eğer bu topraklar üzerinde ırka dayalı bir bölünme yapmak istiyorsanız elbette ki Atatürk’e saldırmak zorundasınız! Eğer dine dayalı bir devlet kurmak istiyorsanız, Türkiye’yi yeniden geçmişe götürmek istiyorsanız, Atatürk’ü yıkmadan bir şey yapamazsınız! Bunlara bir ölçüde saygı duyuyorum inanarak bu saldırı yapanlara saygı duyarım. Ama siz bu toprakların üstünde daha çağdaş, daha demokratik bir toplum yaratmak istiyorum ve bunun için Atatürk’ü yıkmak istiyorum diye ortaya çıkarsanız bu ya cehalettendir, ya gaflettendir, ya ihanettendir!”

Gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olanların yıprattığı cumhuriyetin bugün yerinde yeller esmekte ve 20 yıldır ülkeyi yöneten siyasal islam rejimi ekonomik olarak çökmüş ve siyasal olarak giderek totoriterleşen bir yönetim sergilemektedir. Kışlalı’nın dediği gibi Kemalizme saldırarak demokrasi güçlenmemiş, siyasal islam yönetimine gidilmiştir.

Kışlalı’ya Göre Laiklik 

Ahmet Taner Kışlalı yazılarında ve konuşmalarında en genel tanımı ile laikliğin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımladıktan sonra Laikliğin iki amacı olduğuna değiniyordu. Birinci amaç farklı inanç kesimlerinin barış içinde yaşaması, ikinci amaç değişen koşullarda aklın ve bilimin ışığında çözüm arama yollarına ışık tutmak. 

Atatürk’ün Kemalizmin altı ilkesi içinde niçin en çok Laiklik konusunda duyarlı olduğunu da Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi kitabında şöyle anlatıyor: 

“Laiklik devletçilik dışındaki diğer ilkelerin hepsinin ön koşulları içinde yer alır.  Demokrasinin ön koşuldur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü olamaz, gerçek bir özgür seçimde. Milliyetçiliğin ön koşuludur; çünkü laiklik olmayan yerde önem taşıyan öge ulus değil, inananların oluştuğu ümmettir. Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laiklik kabul etmemiş bir toplumda, bilimin ve çağın gereklerinin gerisine kalmış kurumları değiştirmenin tartışması bile genellikle yapılamaz. Halkçılığın ön koşuldur; çünkü bir din devletinde halkın istekleri değil, dinsel seçkincilerin düşünceleri önemlidir. Laiklik karşıtı yönetimler genellikle çoğunluk dine dayalı bir azınlık diktasıdır.”  Siyasal İslamcıların 20 yıldır iktidarda yaptıkları tam da bu değil midir? 

Doğru soruları sormak, doğru cevabı bulmanın da ön koşuldur. Laiklik ve Aydın Sorumluluğu üstüne 1995 yılında yaptığı konuşmada Kışlalı şeriatçılara şunu da soruyor; Hangi şeriat? 8 ayrı mezhep var hepsinin ayrı şeriatı var. Bunun hangisini uygulayacaksınız? Bu sözleri duyunca Cübbeli Ahmet’in geçtiğimiz aylarda Selefiler üstüne yaptığı açıklamalar geldi: “"2000 Selefi dernek var şu an. Selefiler sıkıntı. Adıyaman civarı çok ateşleniyor. Çok dernekler kuruluyor oralarda. Tehlike boyutuna gelmeden tedbir alınmazsa FETÖ boyutuna döner." Görüldüğü gibi Nakşi, Selefi’yi istemiyor, Selefi hepsine karşı…

Laikliğin temeli laik eğitimdir. Bu nedenle Kışlalı zorunlu din derslerine ve imam hatipleşmeye de çok sert muhalefet etmiştir. O zaman yapılan bu muhalefetin sebebini de günümüzdeki imam vali, savcı, kaymakam ve okul müdürleri olmasın diyedir.

Günümüzde tartışmalı yapısı gittikçe gün yüzüne çıkan Diyanet İşleri Başkanlığı için 1999 yılında katıldığı 32. Gün programında şunları söylüyordu:  “Diyanet İşlerinin sağlıklı yapısı yok. İslam içinde tek yanlı taraf tutuyor. Diyanet işlerinin yetkisi camilerde Laikliğe uygun bir yapının o olup olmadığını denetlemesidir.” Peki, bugün bile hala diyanet için Atatürk kurdu kapatılsın demeyelim diyenler, tören Atatürkçüsü değil de nedir? 

Kışlalı, laikliğin korunmasının ordudan beklenmesinin yanlış olduğuna vurgu yaptığı konuşmalarda Cumhuriyet Gazetesi, ADD ve ÇYDD gibi kurumların güçlendirilmesi gerektiğini vurguluyordu. Günümüzde laiklik korunmaktan çıkmış yeniden tesis edilmesi gerek bir ilke haline gelinmiştir. Hoca’nın dediğini yapıp kurumlarımızı güçlendirip, güçlü bir siyasi çıkış yapmanın tam da zamanıdır.

“Okumak, öğrenmek ve birer mum yakmak ve mumları birleştirmek zorundayız” diyordu. Kendisi yazdıkları ve konuştukları ile mum olmanın ötesinde zihinlerimiz de bir meşale olmuş ve olmaya da devam edecektir. Saygıyla…

Mahmut Aslan-21.10.2022


18 Ekim 2022 Salı

KILIÇDAROĞLU TÜRKİYE’NİN OBAMASI OLABİLİR Mİ?

Türkiye bir yıl sonra çok önemli bir seçimle baş başa. Cumhur ittifakının adayı herkes tarafından bilinirken, Millet ittifakının adayının kim olacağı yönünde tartışmalar olanca hızı ile devam ediyor.

İsmi geçen adaylar içinde üstünde en çok durulan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı üstüne tartışmalar, yaptığı işlerden çok mezhebi üstüne yoğunlaşmış durumdadır.
Bu tartışmaları başlatanların AKP cephesinden önce TİP milletvekili Ahmet Şık ve İYİ Parti Milletvekili İbrahim Halil Oral’dan gelmesi ise kamuoyunu biraz şaşırttı. Bu açıklamaların altında kültürel kodların olduğu açıktır.
Kültür, ‘’bir grubun/toplumun üyesi olan bireylerin bilişsel şemalarını etkilemekte, davranış kalıplarını ve tercihlerini biçimlendirmektedir’’ Dinamik, kolektif ve sistematik yapısı sayesinde kültürel bellekte geçmişten bugüne toplumların tüm kültürel verileri saklanmaktadır. Bu verilerin sonraki kuşaklar arası aktarımı ise dil vasıtasıyla gerçekleşmektedir.
Psikiyatrist Vamık Volkan’ın kullandığı “Depolama” kavramına göre “erişkin kişi kendisine ait olan belli başlı kendilik imgeleri ve öteki imgeler için kalıcı bir depo olarak çocuğunu kullanır (çoğu kez bilinçdışı olarak) ve çocukta, ona aktarılan bu imgelerle bağlantılı belli başlı görevler başlatır” demektedir. Bu kavram da sadece kültürün değil psikolojinin de aktarımının aile ile nesilden nesile devam ettiğini söylemektedir.( Nazi Mirası, Prof.Dr. Vamık D. Volkan, Pusula Yayınevi, s.10)
ÇALDIRAN’DAN GÜNÜMÜZE ÖTEKİLEŞTİRME
1514 yılında Alevi Türkmen Devleti Safevi Devleti ile Osmanlı Devleti arasında yaşanan savaştan günümüze Alevilerle ilgili çok sayıda hurafe anlatılmaktadır. Alevilerin kuyruklu olduğundan, mum söndü yalanına kadar çok sayıda yalan ve iftira yüz yıllardır aktarılarak günümüze kadar gelmiştir. Yukarıda bahsettiğim iki siyasetçi her ne kadar Alevilik üstünden Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef almadıklarını söyleseler de, yaptıkları tamamen yüzyıllardır öğrene geldiklerini dışa vurmaktan ibarettir.
Aleviler Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze devlet kadrolarında, iş hayatında sürekli ayrıma uğramıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarında bir tane Alevi’ye rastlayamazsınız. Bunun sebebi; Alevilerin katlinin Osmanlı devletince vacip görülmesi ve kendilerini o devletin bir parçası olarak görmemeleridir. Dolayısıyla adeta devlet içinde bağımsız bir işleyiş kurarak köylerinden, mümkün olduğunca dışarı çıkmamışlardır. Köylerde yaşayan bu büyük kitlenin eğitim almamasından kaynaklı Cumhuriyeti kuran asker-sivil aydınlar arasında olmamaları da doğaldır.
Aleviler buna rağmen Cumhuriyeti benimsemiş ve bütün gücü ile Kurtuluş Savaşına ve Cumhuriyetin kuruluşuna maddi ve manevi desteklerini sunmuşlardır. Atatürk’ün Cumhuriyet fikrini Hacı Bektaş Postnişi Cemalattin Çelebi’ye söylemesi ve sonrasında Dergah’tan bütün dedelere yazılan mektup da bu durumun en güzel göstergesidir.
Cumhuriyetin eşit yurttaşlık projesi önemlidir. Ancak yapılan birçok devrime, Köy Enstitüleri ve Halkevleri gibi büyük kültürel organizasyonlara rağmen kültürel kodların kırılması öyle kolay olmamıştır.
DERSİMLİ KEMAL
1938 yılında Dersim’de yaşanan büyük kıyımın arkasında da bu yüzlerce yıllık kültürel aktarımın olduğu unutulmamalıdır. İnönü’nün 18 Eylül 1937 ve Atatürk’ün 1 Kasım 1937 günü TBMM'deki konuşmalarında, Tunceli’de huzur ve sükûnun sağlandığını söylemelerinden sonra böylesine büyük bir kıyımın yaşanmasının sebebi başka ne olabilir ki? Kılıçdaroğlu’nun zaman zaman Tunceli (“Dersimli”) olmasının gündeme getirilmesinin arkasında da onlarca yıldır süren Dersim İsyan mıydı, değil miydi tartışmaları bulunduğundan kısaca bu duruma değinmek gerekiyordu.
Alevilerin kitlesel olarak şehirlere taşınması 1950 sonrası döneme denk gelebilmiştir. Şehirleşen Alevi kitle, ilk zamanlarda en kötü işlerde çalışmış ama eğitimin önemini çabuk kavramıştır. Geleneksel inançlarından kaynaklı hızla eğitim almaya başlamışlardır. Bu durumda hem üniversitelerde hem de siyasette görünür olmaya başlamışlardır. 1966 yıllarda kurulan Türkiye Birlik Partisi ve 68 kuşağı içindeki Hüseyin İnan, Hüseyin Cevahir, İbrahim Kaypakkaya gibi gençlik önderleri de bu duruma örnek gösterilebilir.
1960-80 döneminde Ortaca’dan Maraş’a kadar yaşanan büyük Alevi kıyımları, 93 Sivas’ında gündüz gözü ile insanların yakılması, Gazi Katliamının arka planında da Alevilerin katlinin vacip olduğunu söyleyen kültürel aktarım yatmaktadır.
SİYASAL İSLAMIN ALEVİ DÜŞMANLIĞI
20 Yıllık AKP iktidarında ise Aleviler Cumhuriyetin kendisine kazandırdığı birçok haktan mahrum edilmiştir. Günümüzde bir Alevi rektör, kaymakam, vali, hatta okul müdürü bile bulmak nerdeyse imkânsızdır. Ergenekon, Balyoz süreçleri ile askeriyeden büyük oranda Alevi subay tasfiye edilmiştir. Hüseyin Topuz yazdığı Bavuldan Balyoz’a kitabında sırf isimlerinden dolayı Alevi olduğu sanılarak ordudan atılanları yazmıştır.
2008 yılında Amerikalı bir zenci olan Obama’nın Amerikan başkanlığına seçilmesi ne ifade ediyorsa, yukarıda kısaca özetlendiği gibi Çaldıran’dan bu yana ötekileştirilen böylesine bir kitlenin içinden çıkan birinin Cumhurbaşkanı adayı olması, yüzyıllardır yaşanan bu ötekileştirmeye dur denmesi anlamında da önemlidir.

NOT: 29/09/2022 Tarihinde www.politikyol.com sitesinde yayınlanmıştır.