5 Kasım 2024 Salı

ATATÜRK’ÜN SAMSUN’A GİDİŞİ, VAHDETTİN GERÇEKLERİ

 

Atatürk’ün Samsun’a nasıl gittiği hep bir spekülasyon konusu olarak yıllardır yazılıp çizilmektedir. Geçtiğimiz aylarda Osmanlı Hanedanı! sevicisi Murat Bardakçı’nın daha önce çekilen program kayıtın yeniden dolaşıma sokulmuştur.

Bardakçı’nın “Bir Devlet Operasyonu 19 Mayıs” isimli kitabı da bulunmaktadır.

Bardakçı programda ve yazdığı köşe yazısında şunları söylemektedir: “Mustafa Kemal Paşa’ya verilen görev devletin her kademesinin, Sultan Vahideddin’in, zamanın sadrazamı Damad Ferid Paşa’nın, Genelkurmay’ın, Denizcilik Bakanlığı’nın, daha birçok resmî kuruluşun ve en başta da Mustafa Kemal’in yer aldığı ciddî bir “devlet operasyonu”dur. Ortada padişah tarafından verilmiş “Git, işgale son ver” diye bir talimat yahut kendi başına alınmış bir karar değil, ayrıntıları titizlikle yapılmış ciddî bir hazırlık vardır!”

Üstteki metin çekingen bir Vahdettin övücülüğüdür.  Bardakçı, Kurtuluş savaşını Vahdettin başlattı diyemediğinden böyle dolambaçlı yollara girmektedir.

Bu sözlerin söylediği program çeşitli platformlara yeniden yüklenmiş ve altına da çok sayıda yorum yapılmıştır. Bu yorumlarda ülkenin kurucu kadrolarının yalancı olduğuna dair yazılıp çizilmektedir.  Bu yorumlardan da anlaşılacağı üzerine Atatürk’ün yalancı olduğu ve padişahın ülkeyi kurtarmak için kendini feda ettiği şeklindeki tarih çarpıtması çeşitli dimağlara yerleşmiştir.

İşin aslı çokça yazılıp çizilmiştir ama kara propaganda da boş durmamaktadır. Geçmişte bu yalanı yayan Necip Fazıl ve Fesli Kadir gibi tiplerken,  bugün Murat Bardakçı’dır. Ama yapılmak istenen hep aynıdır. Osmanlı övgüsü Cumhuriyet düşmanlığı!

Yalanlar kısaca bakarsak hepsinin şu iddialara dayandığı görülmektedir:

-           “Vahdettin’in, Mustafa Kemal’i, Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için Müfettişlik yetkisini geniş yetkilerle vererek Anadolu’ya göndermiştir.

-          “Vahdettin İngilizleri ürkütmemek için bir tiyatrocu gibi rol yapmış ve operasyonu gizlemiştir.”

-          “Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’ya teşkilat yapması için 40.000 altın vermiştir. Bu paranın önemli kısmı, eskiden beri beslediği değerli yarış atlarını satmak suretiyle elde edilmiştir.”

Peki, nasıl oluyor da Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıktıktan 20 gün sonra 8 Haziran 1919’da Saray hükümeti tarafından İstanbul’a geri çağırılıyor. Ayrıca 9 Temmuz 1919’da Vahdettin Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu Müfettişliği görevinden alıyor. Görevden alma sonrası Mustafa Kemal askerlikten istifa etmiş ve yoluna devam etmiştir.

Geri çağırma ve görevden alma yetmemiş olacak ki, Anadolu’da bağımsızlık hareketine karşı bizzat Vadettin ve Damat Ferit Paşa tarafından Aznavur ve Kuvayı İnzibatiye gibi iç isyanları çıkarılıyor.

Durun durun bunlarda yetmedi, padişah efendimiz Vahdettin 24 Mayıs 1920 tarihli karar ile Mustafa Kemal Paşa ve bazı arkadaşları hakkında idam kararı vermiştir. Bu kararın asıllarına internetten kolayca ulaşılmaktadır.

Bu nasıl devlet operasyonudur ki, kurtuluş savaşı için gönderdiği Paşa’ya ve arkadaşlarına idam kararı çıkarıyor.

40 bin altın tezi komik olduğu için ayrı parantez açılması gereken bir tezdir. “Vahdettinci yazarların her şeyden önce matematik biliminden ve fizik kurallarından habersiz oldukları anlaşılmaktadır. Bu matematik ve fizik cahili yazarlara Turgut Özakman, "40.000 altının nasıl taşındığını" sormuştur? Bir altın 7.6 gram olduğuna göre 40.000 altın 304 bin gram, yani 304 kilo eder. Doğal olarak altınların sandıklara yerleştirilmesi gerekir. Her sandık 50 kilo olsa, 304 kilo altın 6 sandık eder. "Altı sandık dolusu altın saraydan Şişli'deki eve, Şişli'den Galata rıhtımına, rıhtımdan motora, motordan Bandırma gemisine, gemiden Samsun rıhtımına, oradan Mıntıka Palas oteline, oradan Havza'ya, Amasya'ya, Erzincan'a, Sivas'a, Erzurum'a, Kırşehir'e, Kayseri'ye, Ankara'ya nasıl taşınır? Kimler taşır? Hiç kimsenin ilgi ve merakını çekmez, biri bile 'bunlar nedir' diye sormaz mı? Mesela Refet Paşa, K. Karabekir Paşa, Rauf Bey, bu esrarlı sandıklardan neden hiç söz etmiyorlar? Mustafa Kemal sandıklarda altın olduğunu arkadaşlarına söylediyse neden hiçbiri bugüne kadar bu altınlar konusuna değinmedi? Neden gerektikçe altınları harcamayıp da ona buna muhtaç oldular?" (Özakman, “Vahidettin M. Kemal ve Milli Mücadele.s.276)

Bu konunun meraklısı için Turgut Özakman’nın yazdığı Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödüllü  “Vahidettin M. Kemal ve Milli Mücadele” (Yalanlar, Yanlışlar ve Yutturmacalar) yeterince kapsamlı cevaplar içermektedir.

Vahdettin’in hain olmadığı tezini üretenler, genel olarak kişisel yorum ve değerlendirmelere dayanmaktadırlar. Resmi kaynaklar ve dönemsel raporlarda, Vahdettin'in Anadolu'daki direnişine bizzat destek verdiğini gösteren açık bir kanıtı mevcut değil.  Bunun aksine, tarihçiler, Vahdettin'in Mustafa Kemal’i Samsun’a göndermesindeki asıl amacının Karadeniz bölgelerindeki asayişin çözülmesi ve padişahın İstanbul'daki otoritesini tehdit edecek hareketlerin bastırılması olduğunu açıkça yazmaktadır.

Mustafa Kemal Paşa’ya göre Vahdettin HAİNDİR!

Bu konunun asıl muhatabı Mustafa Kemal Paşadır. Paşa’nın bu konudaki görüşleri de açık ve nettir! Gelin kısaca Paşa bu konu da neler demiş bakalım.

Mustafa Kemal, Ordu Müfettişlik görevinin verilmesi konusunu Nutuk'ta şöyle anlatır: 'Bu geniş yetkiyi, beni İstanbul'dan sürmek ve uzaklaştırmak amacıyla Anadolu'ya gönderenlerin bana nasıl verdiklerine şaşabilirsiniz. Hemen söylemeliyim ki, bana bu yetkiyi onlar bilerek ve anlayarak vermediler. Her ne olursa olsun benim İstanbul'dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe, 'Samsun ve yöresindeki düzen bozukluğunu yerinde görüp önlem almak için Samsun'a kadar gitmek' idi… O günlerde Genelkurmay'da bulunan ve benim amacımı bir ölçüde sezinleyen kişilerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular ve yetkiyle ilgili yönergeyi de kendim yazdırdım.'

Mustafa Kemal Paşa 25 Eylül 1920 günü Samsun’a çıkışından 16 ay meclisin açışından 5 ay sonra gizli oturumda meclis kürsüsünden şunları söylemektedir:

“Türk milletinin ve onun tek temsilcisi olan yüce Meclis’in, vatanın ve milletin bağımsızlığını, hayatını kurtarmaya çalışırken, hilafet ve saltanatla, halife ve sultanla bu kadar çok meşgul olunması sakıncalıdır. Şimdilik bunlardan hiç söz etmemek yüksek menfaatlerimiz gereğidir. Eğer maksat, bugünkü halife ve padişaha bağlılık ve sadakatten ayrılınmadığını söylemek ve belirtmekse, bu zat haindir. Düşmanların vatan ve millet aleyhinde kullandıkları bir maşadır. Bugün bu makamı işgal eden zat, bu millet ve memleket için hain bir adamdır...” (Alkışlar, bravo sesleri)” (TBMM Gizli Celse Zabıtları, 25 Eylül 1920, Devre 1, Cilt-1, İçtima 1, s.132:139)

Mustafa Kemal 15-20 Ekim 1927 tarihinde,  Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İkinci Büyük Kurultayı’nda, altı gün boyunca, toplam 36 saat 33 dakikada  yapmış olduğu konuşmada, “Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta." diyerek 7 yıl önce söylediği hain sözünü bu sefer daha sert bir şekil de dile getirmiştir.

Padişah Vahdettin’in 17 Kasım 1922’de Dolmabahçe açıklarında kendisini bekleyen İngiliz Malaya zırhlısına binerek ülkeden kaçması da hainliğin en büyük belgesi olsa gerek!

Mahmut Aslan 05.11.2024


19 Aralık 2023 Salı

CELAL ŞENGÖR’ÜN CEHALETİ

 

Celal Şengör ve İlber Ortaylı ikilisi ülkenin popüler bilim insanlarıdır. Ne hikmetse birçok konu da ahkâm kesmekte hatta birçok kişiyi cahil olmakla nitelemektedirler.  

Yazar Taylan Kara’nın 2018 yılında yazdığı gibi: “Cumhuriyetçi, Atatürkçü, Kemalist kitlelerin düşünsel önderleri Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu gibi yazarlar sırayla katledildi. Bu bir dönüştürmedir. Bugün, sağdan sola siyasal yelpazenin değişik yerlerinde duran A. T. Kışlalı, U. Mumcu, B. Üçok, Türkan Saylan, N. Hablemitoğlu gibi aydınların boşalttığı yerlere Celal Şengör ve İlber Ortaylı gibi yazarlar konumlanmıştır. Cumhuriyetçi, Atatürkçü ve Kemalist kitleler artık bu kişilerin düşüncelerini dikkate almaktadır.” (Bu önemli yazının linkini meraklısı için kaynakça bölümüne bırakıyorum.)

Gerçekte bu isimler bu kadar değeri hak ediyor mu ve bu ikiliye aydın denilebilir mi?

Öncelikle Aydınlanma ve aydın tanımları birbiri ile ilişkilidir. Anlatıya buradan başlamak lazım…

Batı toplumu Ortaçağ gibi bir karanlıkta yaşarken nasıl olmuştur da bugün “Batı medeniyeti” dediğimiz, gelişmiş bir medeniyete ulaşabilmiştir? Bu süreç kolay olmamış, bu medeniyet, üç yüzyıl boyu süren bir çatışma sonucunda oluşmuştur. “Batı toplumu vaktiyle akılcı yaşamdan uzak ve karanlıklar içinde bocalarken, ‘insan sevgisi’ duyguları ile dolu aydınlar sayesinde bu karanlıktan kurtulup hümanizmaya ve Akıl Çağı’na ulaşmış ve uygarlaşmıştır” der Prof. Dr. İlhan Arsel (Arsel, 1993, s. 3).

Bu süreç 14. yüzyılda Rönesans ile başlamış ve 17.-18. yüzyıllarda aklın üstünlüğü fikrinin egemen olması ile Akıl Çağı’nın yerleşmesi şekline dönüşmüştür. “Aydınlanma” ise 18. yüzyılda gerçekleşen ve sonuçları itibarıyla Avrupa’nın her tarafında etkili olan, geleneksel olarak 1688’deki İngiliz Devrimi’yle başlatılıp 1789’daki Fransız Devrimi’yle bitirilen felsefi bir hareket ve daha da önemlisi, bu hareketin sonuçlarıyla belirginlik kazanan toplumsal ve siyasal bir süreçtir (Çiğdem, 2015, s. 13-14).

Aydınlanma; aklın kullanımıyla, geçmişe ait inanç, pratik, kurum ve düşünce sistemlerine yöneltilen eleştirinin, bireyciliğin, ilerleme fikrinin ve bilime olan inancın hâkim olduğu bir felsefedir. Aydın da işte bu aydınlanma mücadelesinin ve felsefesinin ortaya çıkardığı insandır. İlhan Arsel, bizlerin aydın kavramından bihaber olduğumuzdan bahseder (Arsel, 1993, s. 11). Yine aynı şekilde Yazar Sadık Usta da OdaTV’de “Aslında kime ‘aydın’ denir?” başlıklı yazısında, Türkiye’de birbirinin yerine kullanılan aydın ve entelektüel kelimelerinin aslında farklı anlamlar taşıdığını detaylı bir şekilde anlatır. Her entelektüel aydın sayılabilir mi? Aydın olmak için ne yapmak gereklidir? Batılı yazarlar aydını “sorgulayan, itiraz eden, görüş ve fikir üreten, mevcut düzenden farklı düşünen kişi” olarak tarif eder; hatta Jean-Paul Sartre, “eylemde bulunan”ı da ekler bu niteliklere. Sonra da şunu yazar: “Entelektüel (aydın) kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan insandır” (Sartre, 2000). 

Server Tanilli’nin belirttiği gibi “Aydınlanma, diğer Batılı ülkelerde olduğu gibi III. Selim’den günümüze, doğaya, tarihe, topluma ve insana, ilerici ve durumuna göre devrimci bir yoğrulma ile başlamıştır. Akla, bilime ve ilerlemeye inanmak, despotluğa, bilgisizliğe ve bağnazlığa karşı çıkmak; eski düzenin köhnemişliklerinin yerine değişen çağın dayattığı yeni fikir ve kurumları geçirmek, aydınların başta gelen kaygıları olmuştur. O tarihlerden başlayıp 20. yüzyılı da içine alacak biçimde yaklaşık 200 yıllık serüven, sarsıp silkeleyen gelgitleriyle ve insafsız bir tarih ortamında, gitgide mevzi kazanan bir demokratikleşmenin ve laikleşmenin damgasını taşır” (Tanilli, 2006, s. 7).

Bu tanımların ışığında hiçbir toplumsal destopluğa karşı çıkmayan; hatta yüzbinlerce insanın hayatını karartan darbeci Kenan Evren’i göklere çıkaran Şengör ve nabza göre şerbet vererek geçmişte FETÖ okullarını öven Ortaylı aydın sayılmaz.

Bir bilim dalında kariyer yapmanız, hatta o dalda dünyada sayılı bilim insanlarından olmanız sizin her konu da doğru bilgiye sahip olduğunuz anlamına gelmemektedir.

FRANSIZ DEVRİMİ AKLI ÖLDÜRDÜ MÜ?

Celal Şengör’ün geçtiğimiz gün Fransız Devrim’i ve sonuçları ile ilgili yaptığı açıklama ise tam bir cehalet örneğidir. Fatih Altaylı’nın “Teketek Bilim” programında Şengör ana hatları ile şunları söylemiştir:

“Fransız ihtilali insanlık için bir felaket olmuştur. Bakın İngilitre aydınlanmayı yaşadı ama birbirlerini yemediler. 17. Yüzyılda kralın kafasını ketiler çok kısa sürede anladılar ki bu iş olmuyor. Onun için II. Charles çağırıp davet ettiler, lütfen gel kralımız ol diyerek… Aydınlanma aklı öne çıkarıyor. Fransız ihtilali aklı öldürmüştür. Her cephesi ile öldürmüştür. Akademiyi kapatıyor, büyük ekolleri kapatıyor. Sorbonne kapatmaya kalkıyor yahu. Ayak takımına iktidarı verirsen işte bu günkü dünya olur.”

Bu açıklamanın neresini tutsanız elinizde kalır.

İngiltere'de yaşanan anayasal monarşi Cromwell liderliğindeki monarşiye karşı olan Parlamento yanlısı güçlerin yükselmesi ve İngiliz İç Savaşı'nda elde ettiği zaferlerle bağlantılıdır. Bu süreç Fransız Devrimi kadar kanlı olmuştur.

II. Charles'ın tahttan indirilmesi ve ardından gelen Commonwealth ve Protectorate dönemi, monarşinin gücünün geçici olarak ortadan kaldırılmasına neden oldu. Kısacası İngilteredeki monarşi II. Charles’ın tahtan indirilmesi sonrası gücünü kaybetmiştir.

Fransız Devrimi akılcılığın bir ürünü müdür? diye ChatCPT’ye sorduğumda şu cevabı aldım:

  1. Aydınlanma Düşüncesi: Fransız Devrimi'nin öncesinde, Aydınlanma Dönemi'nde filozoflar, bilim insanları ve yazarlar, akıl, özgürlük, eşitlik ve adalet gibi temel kavramları vurgulayan düşünceleri ön plana çıkarmışlardır. Aydınlanma düşüncesi, despotizme ve ayrıcalıklı sınıfların hâkimiyetine karşı çıkan bir eleştiri sunmuştur.
  2. İnsan Hakları Bildirisi: Fransız Devrimi'nin ilk aşamalarında, 1789'da kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi (Déclaration des Droits de l'Homme et du Citoyen), akılcılığın etkisi altında kaleme alınmıştır. Bu bildiri, evrensel hakları ve özgürlükleri vurgulayarak, insanların doğuştan gelen haklarına saygı gösterilmesi gerektiğini savunmuştur.
  3. Laikleşme Politikaları: Fransız Devrimi sırasında, kilise ile devlet arasındaki güç ilişkilerinde akılcılık etkili oldu. Kilisenin siyasi ve ekonomik ayrıcalıkları sınırlandı ve devlet, laikleşme politikalarını benimseyerek kilisenin etkisini azalttı.
  4. Medeni Kanun ve Hukuk Reformları: Napolyon Bonaparte döneminde (1804), Fransız Devrimi'nin getirdiği akılcı düşüncelerle uyumlu olarak Medeni Kanun (Code Civil) oluşturuldu. Bu hukuk reformu, eşitlik, özgürlük ve mülkiyet haklarına dayanarak modern bir hukuk sistemini temsil etti.
  5. Eğitim Reformları: Fransız Devrimi sırasında eğitim sistemi üzerinde yapılan reformlar, akılcılığın etkisiyle şekillendi. Eğitim, laikleştirildi ve halkın eğitimine daha fazla önem verildi.

Bu örnekler, Fransız Devrimi'nin akılcılığın etkisi altında gerçekleşen bir dönem olduğunu göstermektedir. 

Her yerde sulu gözlerle Atatürk’ü takip edin diyerek ağlayan bu zatın Atatürk’ün Fransız Devrim’inin bir ürünü olduğunu bilmemesi de ayrı bir ayıptır. Bu noktada Şengör’e Zafer Toprak’ın “Atatürk ve Kurucu Felsefenin Evrimi” kitabını öneririm.

Server Tanilli’nin “Dünya’yı Değiştiren 10 Yıl” kitabının önsözünde değindiği gibi “Fransız Devrimi insan hakları, eşitlik, akılcılık ve laiklik adına yapılmıştır. Bastille’i yıkanlar önceklikle bunun için yıkmıştır. Fransız Devrimi çağımıza açılan büyük kapıdır, Veyl bu kapıdan girmeyenlere!

 

Kaynakça:

Arsel, İ. (1993). Aydın ve Aydın. İstanbul: İnkılap

Çiğdem, A. (2015). Aydınlanma Düşüncesi. İstanbul: İletişim.

Sartre, J. P. (2000). Aydın Üzerine. İstanbul: Can

Tanilli, S. (2006). Türkiye’de Aydınlanma Hareketi. İstanbul: Alkım Yayınları.

Tanilli, S. (2007). Dünyayı Değiştiren 10 Yıl. İstanbul: Alkım Yayınları.

https://www.taylankara.com/post/o-makale-yeniden-g%C3%BCndemde-i%CC%87lber-ortayl%C4%B1-ayd%C4%B1n-m%C4%B1

22 Kasım 2023 Çarşamba

Laik eğitim için top yekün mücadele!

 İslam coğrafyası içinde akıl, bilim ve aydınlanma yoluna tam olarak girebilmiş; çağın gereğine uyarak hukuk düzenini, eğitimi ve devleti laikleştirme cesaretini gösterebilmiş tek ülke Türkiye’dir. Bunu Atatürk’e ve yaptığı devrimlere borçluyuz ve yapılan devrimlerin önemi günümüzde daha çok anlaşılmıştır. Cumhuriyetin 100. Yılı kutlamalarında ve Atatürk’ün ölüm yıl dönümü olan 10 Kasım’da milyonların kendiliğinden Anıtkabir’e gitmesi de bundandır.

Laik devletten ve laik hukuktan uzaklaşmak ülkemizi bir uçuruma sürüklemektedir.
Cumhuriyet döneminde 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla başlayan eğitimde lâikleşme süreci 1929-1931 yılları arasında kademeli olarak okullarda din derslerinin müfredat programlarından çıkartılmasıyla tamamlanmıştır.
Ne yazık ki ikinci dünya savaşı sonrası dönemde erken çok partili hayata geçiş ile karşı devrimin hızlanmasını sağlamış, kurucu parti laik eğitimden taviz vermesine rağmen seçimleri kazanamamıştır. Bu durum Orhan Veli’ye şu satırları yazdırmıştır:
“Seçimler bitti.
Demokrat Parti, Halk Partisi’ni korkunç bir bozguna uğrattı. Oysaki Halk Partisi, halkın kazanacağını umarak, fikirleriyle prensiplerinden son zamanlarda ne fedakârlıklar etmişti. Bütün yayınlarına göz yumulan din dergileri, okullara konan din dersleri, yeniden açılan ilahiyat fakülteleri, imam hatip kursları, türbeler, şahsi sermayeye sağlanan imtiyazlar, her türlü irticaa tanınan haklar… Hiçbiri kâr etmedi.
Zavallı Halk Partisi.”
EĞİTİMDE DİNSELLEŞME HIZLA SÜRÜYOR
1946’da başlayan karşı devrim süreci her alanda olduğu gibi eğitim alanında hızla sürüyor ve buna karşı toplumsal muhalefetin yeterli mücadele vermediği de somut bir gerçek.
2012-2013 Eğitim döneminde kesintisiz sekiz yıllık eğitimin kaldırılması sonrası 4+4+4 şeklinde formülize edilen 12 yıllık kesintili eğitim ile eğitimde dinselleşme ve piyasalaşma hızlanmıştır. Bu yasa ile çok sayıda kız çocuğu eğitimden uzaklaşmış ve çocuk işçilikte artmıştır.
4+4+4 ile başlayan süreçte laik ve bilimsel eğitimde olmaması gereken “zorunlu din dersi” uygulamasına ek olarak seçmeli ders adı altında çok sayıda dini içerikli zorunlu din dersi eklenmiştir.
Eğitimde dinselleşmenin bir başka boyutunu da ÇEDES (Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum) projesi oluşturmaktadır. Proje kapsamında “manevi danışman” olarak görevlendirilen imam, vaiz, din hizmetleri uzmanı ve Kur’an kursu hocaları, MEB okullarındaki öğrencilere “değerler eğitimi” veriyor. MEB bütçesini kullanan DİB, 4-6 yaş kuran kursları için Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bütçesinden de milyonlarca lira teşvik almaktadır.
Geçtiğimiz günlerde bir gurup aydın tarafından kurulan Laiklik Meclisi’nin yayınladığı “Laiklik Meclisi’nin Eğitimde Gerici Müdahalelere Karşı Tavrı Açıktır” başlıklı açıklamada çok çarpıcı noktalara değinilmektedir. Açıklamada yer alan verilere göre 2023 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından açılan yaz kuran kurslarına giden öğrenci sayısı üç milyona ulaşmıştır. Bunlara bir de tarikatların kaçak kuran kursu öğrencilerini ekleyin bu sayı çok daha fazla olacaktır.
ÇEDES ile okullara giren din görevlileri, tarikat ve cemaat yurtlarında sıkça rastlanılan cinsel istismarı okullara da taşımıştır. Şanlıurfa Akçakale müftüsü ÇEDES protokolü kapsamında sözde değer eğitimi için gittiği bir okulda cinsel istismar iddiasıyla tutuklanmıştır. Çocuklar için güvenli bir yer olması gereken okullar görüldüğü gibi çocuklarımız için tehlike oluşturan bir yer olmuştur.
ÇEDES uygulaması, 4+4+4 ucube eğitim sistemi, zorunlu ve seçmeli (zorunlu) din dersleri Anayasamızın 2’nci, 24’üncü ve 42’nci maddelerine ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’na da aykırıdır.
Bugünden itibaren ana muhalefet partisinin, toplumsal muhalefetin ve velilerin laik ve bilimsel eğitim mücadelesine daha fazla katılması ve bu dinci, gerici kuşatmaya karşı çocuklarının hakkını savunması gerekmektedir.
Mahmut Aslan 23.11.2023

15 Kasım 2023 Çarşamba

Cuma genelgesi, Bahriye Üçok ve unutulan laiklik

 Diyanet İşleri Başkanlığı 4 Ağustos tarihli cuma hutbesinde, “İşyerlerimizdeki mesai saatlerini, okullarımızdaki ders programlarını cuma namazının vaktine göre düzenleyelim” diyerek kuruluş amaçlarının dışına çıkmıştır. Bu hutbeyle devlet yönetiminin ve hukuk sisteminin, dini kurallarla belirlenmesi açıkça istenmektedir.

Cuma günleri öğle tatilinin ibadet hürriyetini engellemeyecek şekilde kullanılabilmesine olanak sağlamak amacıyla “cuma izni ile ilgili 2016/1 sayılı başbakanlık genelgesi” dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun imzası ile yayımlandı. Bu genelge yürürlükteki anayasaya aykırıydı. O dönemde bir grup aydın ve demokratik kitle örgütünün oluşturduğu “Laikliğe Çağrı” birlikteliği, cuma namazına göre mesai düzenlemesinin iptali için Danıştay’a başvurdu. Dilekçede bu yetkinin başbakanlıkta değil, 657 sayılı kanunun 100. maddesi gereği bakanlar kurulunda olduğu vurgulanırken “Amaç inanç özgürlüğü adı altında, laik hukuk sisteminin delinmesidir. Gelecekte ramazan ayı için de günlük çalışma saatlerinin kaydırılarak kullanılması gündeme taşınacaktır” denilmişti. Bu konuda hem Danıştay hem de Anayasa Mahkemesi’nden ret alındı ve konu AİHM’ye taşındı.

Laiklik ilkesini amblemine kazıyan CHP yönetimi ise “aman bize dinsiz derler” kaygısıyla bu konuda sessizliğe bürünmüş ve genelgenin iptali için hiçbir adım atmamıştır.

Ders niteliğinde makale

Biz aydınlarımızı genelde ölüm ya da doğum günlerinde anmayı seven bir toplumuz. Oysaki Bahriye Üçok, Turan Dursun, İlhan Arsel gibi Cumhuriyet aydınları bugün yaşananlara ilişkin konuyla ilgili alınması gereken tutumları o günden yazmış ve yol gösterici uyarılar yapmışlardır.

Bahriye Üçok, 28 Haziran 1974’te Milliyet gazetesinde “İslam Dini Cuma Günü İçin Ne Buyurur” başlıklı bir yazı yayımlamıştır. Makale, Meclis’te verilen cuma günleri tatil olsun önerisi üzerine yazılmıştır. Makalenin başında bu önergenin 1961 Anayasası’nın laiklik ilkesi ile ilgili maddelerine açıkça aykırı olduğundan bahsedildikten sonra İslam dininde de bir hafta tatili olmadığından bahsedilmiştir.

Medreselerin tatil günü salı

Üçok’un, makalesindeki bir bölüm ise oldukça şaşırtıcı bilgiler içeriyor:

...Osmanlı İmparatorluğu’nda resmi daireler çarşamba günü tatil edilirdi; sonradan bu çarşamba perşembeye alınmış, bu da 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar sürmüştür. Bu tarihten sonradır ki cuma günü, yalnız resmi daireler için tatil günü olarak kabul edilmiştir. Dairelerde önceleri çarşamba sonraları perşembeleri tatil yapıldığı halde medreselerde asıl tatil günü ayrı bir güne salı gününe konulmuştur. Cuma gününün yalnız resmi daireler için değil bütün halk için genel bir tatil olarak kabul edilmesi Cumhuriyetten sonra çıkarılan 2 Ocak 1924 tarih ve 394 sayılı “Hafta Tatili Kanunu” ile olmuştur. Ancak cuma günü tatil olarak sürdürülmesi 2739 sayılı ve 1 Haziran 1935 tarihli “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun”un gerekçesinde bildiren kayıplara sebep olduğundan hafta tatil pazar gününe alınmıştır.

Dönemin CHP senatörü Üçok, yazılarında ve senato kürsüsünde canı pahasına; laiklik karşıtı faaliyetler üzerinde partisi adına tepki koyabilmektedir. Günümüzde ise bu tür eylemlere güçlü bir tepki verilmemesi; laiklik karşıtlarının güç bularak laikliğe karşı her türlü eylem ve etkinliği yapmalarına zemin hazırlamaktadır. Bu durum bizi umutsuzluğa sürüklememelidir. Çünkü Üçok gibi aydınların izinde milyonlar var. Yapılması gereken laikliği savunacak güçlü örgütlü bir iradenin çıkması için uğraş verirken CHP yönetimine unuttuğu laikliği yeniden hatırlatmak olacaktır.

Mahmut Aslan - Cumhuriyet Gazetesi- 15 Ağustos 2023

7 Kasım 2023 Salı

CHP’de DEMOKRATİK DEĞİŞİM! (2)



14 ve 28 Mayıs seçimlerinde yaşanan yenilgiler, dinci, gerici partilere verilen 39 milletvekili vb. olaylar sonrasında değişim talepleri yüksek sesle söylenmeye başlamıştı.


Aylardır süren bu tartışmaların sonucunda CHP’nin 38. Kurultayı bu hafta sonu Ankara’da yapıldı. Kurultay sonucunda da 13 yıllık Genel Başkanlık koltuğunda oturan Kemal Kılıçdaroğlu, koltuğu Özgür Özel’e bıraktı.


KURULTAY SALONUNDAN İZLENİMLER


Sabahın ilk saatlerinden itibaren Kemal Bey taraftarlarınca salon doldurulmuştu. Özellikle Adana ve Mersin’den getirilen amigolar salonu domine etmişti. Bu gerçeği bildiği için konuşma serancamı bozulan Özgür Özel, Adana Belediye Başkanı Zeydan Karalara dönerek, o kitlenin susturulmasını istedi.

İmamoğlu’nun kurultaydaki en etkili isim olduğu salona girdiği andan itibaren aldığı alkıştan belli olmuştu. Her iki Genel Başkan adayından da fazla ilgi gördü.

Salondaki pankartlardan, anonslara her şey mevcut genel başkanın lehineydi yani antidemokratikti. Bu durumun bir sonraki kurultaylarda yaşanmamasının sağlanması gerekiyor.

Konuşmalar sırasında delegelerin alkışlarından ve tutumlarından yarışın ortada olduğu görülüyordu.

İmza sayıları açıklandığı an etrafımdakilere dönüp Özgür Özel seçimi kazandı dedim. Mevcut genel başkan fazla imza almasına rağmen seçimi Özgür Bey’in kazanacağını şundan dolayı söylemiştim. Daha önceki kurultaylarda az imza alan muhalefet adayı sandıktan çok daha fazla oy almıştı. Mevcut yönetimin gücü ve baskısı ile imza veren kurultay delegeleri her dönem sandığa gidince iradesine ipotek koyanlara karşı tepkisini göstermişti. Seçim sonucu da aynı durumun devam ettiğinin en büyük göstergesi oldu.

Kemal Kılıçdaroğlu haftalık grup toplantındaki konuşmalarına benzer bir konuşma yaptı. Demokratik yarışta karşısına çıkanlar için kullandığı “sırtımdan hançerlendim” sözleri ise salonun belli bir bölümünden alkış alsa da tepki sessiz kitlenin tepkisini almıştı.

Seçim sonrasında ‘değişim isteyenler değişmeyenlerdi’ sözleri haklıydı ama unuttuğu bir şey vardı o değişmeyenleri oralarda tutan kendisiydi ve delegede bunun bilincindeydi.

Kendisine gelen sağa kayma eleştirilerine karşı verdiği solu hayırseverliğe indirgeyen örnekler ise solu bilmediğinin göstergesiydi. 

Özgür Özel’in konuşması çok ateşli olmasa da “danışmanlar “ meselesi çokça alkışlandı. Onun dışında ön seçim, bütün üyelerle elektronik anketlerin yapılması, meslek kotası, Devlet yardımından örgüte verilen pay iyileştirilmesi gibi vaatleri önemliydi.


SEÇİM SONUCU


Özgür Özel 682, Kılıçdaroğlu ise 664 oy aldı. Birinci turda tüm delegenin yarısından bir fazla, salt çoğunluk olan 685 oy sağlanamadığı için seçimler ikinci tura kaldı. Seçim ikinci tura kaldığı andan itibaren Kılıçdaroğlu çekilmeliydi. Seçimlerini kaybetmesine sebep olan danışmanların ve başkan yardımcılarının baskısı sonucunda çekilmeyerek büyük bir hata daha yaptı ve aradaki oy farkı açıldı.  İkinci turda Özgür Özel, 812 oyla CHP genel başkanı seçildi. 

CHP’de Özgür Özel’in seçilmesi ile sonuçlanan demokratik değişim Baykal ve Kılıçdaroğlu dönemlerinde genel başkanların kurultaylarla değişmeyeceği algısını yıktığı içinde önemlidir.

Özgür Özel’in,  verdiği sözlerin ne kadarını yapıp yapmadığını ve neleri değiştirip değiştiremeyeceğini, zaman içerisinde hep birlikte göreceğiz.


Mahmut Aslan

23 Temmuz 2023 Pazar

Kamu işçisi günden güne yoksullaşıyor!

 AKP hükümetinin uyguladığı yağmaya dayalı ekonomik programlar bütün emekçilerin milli gelirden aldığı payın düşmesine sebep olmuştur. DİSK’in raporuna göre son iki yılda emeğin milli gelirden aldığı pay yüzde 39’dan 31’e gerilemiştir. Bu oran son aylarda hızla aşağı gitmektedir.

Ülkemizde işçi sendikalarının durumu da ortadır. 20 işkolunda 218 sendikanın sadece 60 kadarı sözleşme yapabilmektedir. Toplam işçi sayısının da sadece yüzde 10 kadarı toplusözleşmelerden yararlanmaktadır.

Toplusözleşmelerden yararlanan büyük bir kesim kamuda çalışan işçilerden oluşmaktadır. Kamuda çalışan işçilerin büyük kısmı ise belediyelerde istihdam edilmektedir. DİSK/ Genel-İş Sendikası’nın 2021 “Genel İşler İşkolunda İstihdam Raporu”na göre belediyelerde çalışan toplam işçi sayısı 876 bindir. Özel sektörde sendikalaşmanın zorluğu ise her gün gazetelerden okuduğumuz “Sendikaya üye oldu” diye işten atılan işçilerin eylem haberlerinden bile anlaşılmaktadır.

MAAŞLAR HIZLA ERİDİ

Kamu işçilerinin toplusözleşme yapmaları onların durumunun iyi olduğu anlamına gelmemektedir. Tabii bu durum geçmiş yıllarda böyle değildi. Önceki yıllarda belediyede çalışan ihaleli personel (kamuoyu bunu taşeron işçi olarak bilmektedir) asgari ücretin katları üzerinden maaş almaktaydı. Örneğin üniversite mezunu bir işçi asgari ücretin iki katı bir ücret ve üstüne yol, yemek paralarını alıyordu. AKP’nin kamuda taşeronu kaldırdık yalanı ile bu da ortadan kaldırıldı ve işçilerin maaşlarının hızla erimesine neden oldu.

Son iki yılda kamu işçisinin yoksullaşmasını hızlandıran ana etken ise halk arasındaki tabiri ile enflasyon canavarı oldu. Sahte enflasyon rakamları emekçilerin maaşlarının daha az artmasına neden olmaktadır. Resmi enflasyon verileri, çarşı pazardaki enflasyonun yarısını bile yansıtmamaktadır. Bu nedenle CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçen aylarda TÜİK önünde yaptığı açıklama çok önemliydi. 

ENFLASYON FARKI UYGULAMASI

Hem asgari ücret çarpanlarının kaldırılması hem de enflasyonun altında alınan zamlarla kamu işçisi birlikte çalıştığı memurların yarısı kadar ücret almaya başlamıştır. Sendikalar ise siyasi partilerden bağımsız davranamadığından bu duruma ciddi tepki verememektedir.

2023 yılında seçimi kazanacağı tahmin edilen Millet İttifakı ve CHP, aileleriyle birlikte milyonları bulan kamu çalışanının yoksullaşmasına karşı kendi elinde bulundurduğu belediyelerde hiç değilse enflasyon farkı ve refah payı uygulamasını hayata geçirebilir. Bu da topluma açık olarak AKP’nin emekçileri yoksullaştıran piyasacı politikalarına karşı gerçekten alternatif olduğunun göstergesi olabilir.

MAHMUT ASLAN

Cumhuriyet Gazetesi 30 Temmuz 2022

CHP’de DEMOKRATİK DEĞİŞİM

14 ve 28 Mayıs’ta, - kimilerine göre Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimleriydi - CHP başarısız oldu. Parlamentoda milletvekili sayısı düştü, siyasal İslamcı gelenekten gelen partilere, oy getirmemelerine rağmen, 38 milletvekili verdi ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanamadı. Bu tablodan, hiçbir bilimsel izahı yokken başarı çıkarmaya çalışmak, çağdaşlaşmadan yana milyonlarca insanın aklı ile dalga geçmektir.

CHP’nin seçimleri kazamamasının ana nedeni yapısal sorunlarıdır:
- Tarihsel kimlikten uzaklaşma: Türkiye’de özgül olarak CHP’nin kurduğu Atatürkçülük, sosyal demokrat düşünce ve sol değerlere dayalı merkez sol siyaseti, bizzat CHP dolduramamaktadır. Boşluk, liberaller, ikinci cumhuriyetçiler, merkez sağcılar, laiklik ve Atatürk ile sorunu olanlarla ikame edilmeye çalışılmaktadır.
- İçe dönük örgüt yapısı: CHP örgütleri içe dönük, eskimiş, inançsız ve hantaldır. CHP örgütleri bu yapısı ile hızlı organize olamamakta sandıklara bile sahip çıkamamaktadır. Bu yapıdan doğan parti yönetimi seçmenle kavgalıdır. Sosyal medyadan da görüleceğe üzere halkımızın parti yönetimine güveni kalmamıştır.
- Parti içi demokrasi: CHP'de parti içi demokrasi işletilmemektedir. Atamalar ve tek aday listeleri ile yönetimler belirlenmektedir. Dün diğer liderleri “Dikensiz gül bahçesi istiyor” diyerek suçlayanlar bugün güllerde dal-kol bırakmamıştır. Bu durumda Partide baba-oğul, karı-koca, hısım-akraba kadrolaşmalarına neden olmaktadır. Çok sayıda örneği olan bu yerel ağların çarpıcı bir örneği “İlgezdi” ailesinin siyasal etkinliğidir. Bu etkinliğin sadece aile bireylerinin siyasal yeteneklerine dayandığı açıklaması “demokratik sol” anlayışla pek bağdaşmasa gerektir.
- Sınıf ve kitle siyasetinden yoksunluk: Ezilen halk kitlelerine ulaşılmaya özgülenmiş çalışmalar yapılmamaktadır. Dün solun kalesi olan varoşlar, emekçi kentleri terk edilmiştir. Emekçilerle diyalog kurulamamaktadır. CHP belediyelerindeki emekçiler asgari ücrete mahkûm edilmekte, belediye uygulamaları, bölüşüm ilişkileri yönünden AKP'den farklılaşamamaktadır.
Bunlar, yapılması gerekenleri de gösteriyor:
- CHP’de demokratik bir değişim: Kemal Kılıçdaroğlu’na düşen, demokratik bir kurultayı organize ederek, görevi yeni adaylara bırakmak olmalıdır. Kurultay demokratik bir ortamda gerçekleşmeli, delege ve oy oyunlarına izin verilmemelidir. Bu yapılamazsa 10 ay sonraki seçimlerde eldeki belediyeler de kaybedilir.
Günün ana görevi ve sorumluluğu; gerçek demokrasiyi tüm kurum ve kurallarıyla savunmak, kurumlaştırmak ve demokrasiye sosyal bir içerik kazandırmak olmalıdır. “Tek adam” zihniyetinin tezahürü olan Genel Başkana çok fazla yetki veren tüzük maddeleri değiştirilmeli, her kadro için seçim sandıkları kurulmalıdır. Bu çerçeveye uygun üye kampanyası yapılarak milyonlarca eğitimli, genç ve kadın partiye kazandırılmalıdır.
- Tarihsel kimliğe dönüş: CHP Tüzüğünde yazan Atatürkçülüğün ve sosyal demokrat düşüncelerin sentezi olan “demokratik sol” anlayış egemen kılınmalı, parti için eğitim, parti kadrolarının “demokratik sol” anlayışla donanmış “dava insanları” olmasına hasredilmelidir.
Böylelikle merkez sol siyaset yeniden yapılanabilir ve CHP bu alanda yarattığı boşluğu doldurarak yeni heyecanların, yeni umutların partisi olabilir.

Mahmut Aslan/ Siyaset Bilimci-CHP Çankaya Üyesi
Cumhuriyet Gazetesi- 10 Haziran 2023