31 Temmuz 2011 Pazar

Mustafa Kemâl Paşa'nın 31 Temmuz 1920'de Afyonkarahisar Kolordu Dairesi'nde Yaptığı Konuşma

Efendiler!
Eski silâh arkadaşlarımla böyle yakından ve samimi temasta bulunmaktan büyük vicdanî zevk hissediyorum. Sizinle oturup uzun hasbıhal etmek isterdim. Fakat çoksunuz: müsait yer de yoktur. Bu sebeple hissiyatımı birkaç cümle ile mülâhaza etmekle yetineceğim.
Arkadaşlar! İngilizler ve yardımcıları milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir. Milletler bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu değildir. Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete hürriyet ve bağımsızlık vermez. Milletlerde tabiaten ve yaratılıştan mevcut olan bu hak, milletlerce kuvvetle, mücadele ile mahfuz bulundurulur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vaziyettedir.
Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur.
Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.
Kuvvet ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdanî imanıdır.
İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvelâ onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silâhlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüze ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler. Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler.
Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak plânını takip ettiler ve ediyorlar.
Herhalde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka subayı mahvetmek, aşağılamak lâzımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz.
Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetimize düşen vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar.
Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak huzuruna tam bir iman ile kani olmuş ve buna kati azim ile karar vermiştir. Zaman zaman şurada burada üzüntü verici karaktersizliklerin görülmüş olması hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine, hakiki imanına sekte vurmamıştır ve vuramayacaktır.
Dolayısıyla kuvvetin, ordunun vücudu için lâzım olduğunu söylediğim kaynak -ki milletin vicdanî imanıdır- mevcuttur. Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulunur. Malûm bir askeri hakikat, felsefi hakikattir; “ordunun ruhu subaylardadır. “. O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir.
Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların, subayların yüce olan vazifesi budur.
Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlâl edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır. Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve felsefeleriyle, giriştiğimiz bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler.
Şahsi ve hususi itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler.
Çünkü düşmanlarımız herkesten önce onları öldürürler. Onları aşağılar ve hor görürler. Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır; şerefini korumak! Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır.
Dolayısıyla subay için “ya istiklâl, ya ölüm” vardır. Fakat arkadaşlar ÖLMEYECEĞİZ, bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız.
Mustafa Kemâl Paşa‘nın 31 Temmuz 1920′de Afyonkarahisar Kolordu Dairesi’nde subaylara hitaben yaptığı konuşma

26 Temmuz 2011 Salı

Dostlarla Sohbet…(Balbay'ın mektubuma yanıtı)

Cumhuriyet 30.12.2010
MUSTAFA BALBAY
Özgür günlerde arayıp ulaşamayan dostlarımın sitemlerine şu karşılığı verirdim:
“Bugünlerde ben de kendimi arıyorum, ulaşamıyorum. Ulaşsam da meşgul çalıyor… Özür dilerim.”
Silivri’de başlıca iletişim kaynağım mektuplar. Geleneği bozmayıp tüm okurların yeni yılını kutlarken, 2010 yılı boyunca mektup yazan herkese teşekkür ediyorum.
İlk kez mektup yazan pek çok kişinin yanı sıra düzenli mektup aldıklarım var. Özellikle Ankara’dan, Gölbaşı’ndan Hulusi Gürpınar aylık olağan mektuplarının yanına kartpostal da eklemeye başladı. Tüm kartpostallarda Ankara Gölbaşı’nın sevgi çiçeği var, kıpkırmızı bir güneş gibi yanan. Güzel bir sevgi çiçeği koleksiyonum oldu.
Nikâh şahitliğini yaptığım Kılıç ailesinin mektuplarında sıklıkla Ankara’nın mevsimleri vardır. 12. mektup karı müjdeliyordu.
ODTÜ öğretim üyesi Prof. Aysıt Tansel’den daha önce söz etmiştim. Mektuplar, kitaplar eşliğinde devam ediyor. Ona, Prof. Tansel’i tanıyanların mektupları eklendi: Onlardan birinin son bölümünü paylaşmadan edemeyeceğim. Nuri Kılcı, Türkiye’nin yakın tarihinden kesitleri, Cumhuriyet okurluğunu güzel bir dille anlattıktan sonra şöyle diyor:
“Bilesin ki, yarın gönül rahatlığıyla çalabileceğin onbinlerce kapın, seni görünce göklere uçacak yüzbinlerce yakının ve dostun oldu. Onlardan birinin kapı adresi şöyle…”
Nuri Kılcı, tam adresini yazıp yeni yılı kutlayarak mektubu sonlandırmış.
Silivri’de salı ve cuma posta günü. Ayrı bir önemi vardır.
Kılcı’nın mektubunu bitirdiğimde karşımdaki 80 demir parmaklı kör pencere on binlerce kapı oluverdi, tel örgünün hemen üstünden bulutlara açılan…
***
CHP Gençlik Kolları’ndan tanıdığım Mahmut Aslan’ın mektupları “ekli” olur. Son mektubunda Hatay’dan Ali Dal’ın yazdığı 8 kıtalık “ZULÜMHANELER” başlıklı şiiri göndermiş.
Bir kıtası şöyle:
Korkuyla yenilmez ahdım, yeminim
Asla koymaz Mustafa’mla zeminim
“Yüz karası” geçecektir eminim
Tarihe, zamana “ZULÜMHANELER”
Her konferansa coşkuyla gidip çok coşkuyla döndüğüm Hatay’dan Ali Dal’ın şiiri beni kekik kokulu Nur Dağları’na, gökyüzü mavisi Akdeniz sularına, insan sıcaklığıyla tutuştuğum salonlara götürdü, uzun süre getirmedi.
Aralık ayının ikinci yarısında aldığım mektupların bir bölümü 12 Aralık tarihli “Silivri’den Yükselen Çığlık” başlıklı yazıma ilişkindi. O çığlığı duyanlar olmuş. Biri de Ankara Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Erol Aras.
Aras, 15 yıl önce mesleğe başladığında nasıl tanıştığımızı anlatmış, arada geçen yılları özetlemiş, Prof. Metin Feyzioğlu ile birlikte Ankara Barosu yönetimine geliş nedenlerini sıralamış.
Çok sevindim: Ankara ve İstanbul barolarını güçlü bir şekilde kazanan başkanların arkasında ciddi boyutta genç avukat desteğinin olduğunu duymuştum. Erol Aras’ın yazdıkları bu bağlamda beni ayrıca mutlu etti.
Aras, duruşmalara da geleceğiz, diyor. 17 Ocak’ta başlayacak duruşmamız bu kez sadece bir hafta sürecek.
***
Silivri Toplama Kampı-Zulümhane kitabıyla ilgili mektuplar gelmeye devam ediyor. Daha önce sözünü etmiştim ama son mektuplardan birini paylaşmadan geçemeyeceğim. Doğduğum topraklardan, Burdur Yeşilova’dan avukat Ünal Korkmaz sık sık kitaba göndermeler yapıp, “Seni biz hemşerilik sigortası ile sigortaladık” diyor. Sevgili Ünal Korkmaz tahliye sonrası planları yapmış bile; ilk panel, Salda Gölü gezisi…
Bir de kaderdaşlardan, hapishanelerden aldığım mektuplar var. Onlara da kendime dilediğim kadar özgürlük diliyorum. Afyon, Buca, Sincan, Çanakkale, Kocaeli, Tekirdağ, pek çok cezaevinden aldığım mektuplarda, son kitabımı göndermemi istiyorlardı. Cumhuriyet Kitapları’ndaki arkadaşlara ilettim, gönderecekler.
Gaziantep H Tipi Cezaevi’nden Cumaali Sevimli ikinci kez kitap isteyen mektubunu şöyle noktalamış:
“Kurban olduğum M. Balbay, bu konuda kardeşine duyarlı davranacağından şüphem yok…”
Biri Şili biri Çin damgalı 2 kart aldım. Şili’den Atilla Tuna, dünyanın en güneyindeki yerleşim yeri Tierra del Fuego’dan yazmış… Hücremdeki dünya haritasından yeri buldum, gitmiş kadar oldum.
Çin’den yazan Çağlar Bulutoğlu şöyle diyor:
“Kitabınızdan Çin’i tanımıştık. Bir de gezelim dedik, size hatırlatmak istedik. Sonuçta anılara da zincir vuracak değiller ya.”
Kartı çevirdim, Çin Seddi. Çin’in Uzun Yürüyüşü kitabını yazma serüvenim geldi gözümün önüne…
Söyleyin duvarlarımdaki haritalar…
Bakma öyle soğuk soğuk gri ranza…
Ben şimdi nasıl yeni kitap planları yapmam…
Söyleyin dostlar…

Murat Belge'ye Can Babadan cevap

Dönmeyenler
öyle keyifli yazıyorum ki
bu adamlar hem üniversitede var
hem gastede yazar
hem de bozarlar
asaf savaş sakat
ve belgeli murat
bu murat belgeli murat
çok ingilizce bilir
ama hel'sinkiyle güvey girer
bu özel üniversite randevucuları
aydın doğan solcuları
dünyaya birşey öğreteceklerini
sanırlar
ekonomi ekonomi diye
kendilerini unuttukları gibi
bizleri de unuturlar
bu adamların listesi
asaf savaş sakat
belgeli murat
ekonomist mete tuncer
turker alkan, fisun özbilgen
başlangıç celal
laçiner'i sayıyorum
adları lazım degil esasında
kendileri lazımlık
CAN YÜCEL

"Enelhak..."

PENCERE-İlhan Selçuk

‘Enelhak...’

William Shakespeare yaşadı mı? Söylendiğine göre 1616’da Straford’da öldü, kentin kilisesine gö­müldü. Kimi edebiyat tarihçileri de böyle bir ada­mın yaşamadığını, Francis Bacon’ın o güzelim oyunları ‘Şekspir’ adıyla yazdığını ileri sürüyorlar; ama öyle de olsa, böyle de olsa, Şekspir varlığını sürdürüyor, hayatımızı etkiliyor.

Geçmiş yüzyıllardan bize kalan yapıtların çoğu­nun sahibi bilinmeyenlerle donanmıştır. Nerede doğmuş? Nasıl yaşamış? Doğum yılı? Ölüm yılı? Ansiklopedilerde böyle yazarların ve ozanların do­ğum ve ölüm yılları belirtilirken soru işareti konur. Homeros da bunlardan biri!.. Ozanın yaşamı bir so­ru işareti; ama yapıtları binlerce yıldan beri yaşıyor. Ya Ömer Hayyam? Hangi yılda öldü bu koca ozan? Bilinmiyor. Ancak şu dizelerine bakın:

Bir ekmek kapısı aç bana

Bir geçim yolu bulayım

Kula kulluk etmeden

*

Yaşamı söylencelerle bezenmiş bir şairimiz de Nesimi’dir. Nesimi’nin nerede doğduğu, nerede öl­düğü, hangi zaman diliminde yaşadığı belli de söy­lencesinin gizemindeki gücü tanımlamak güç!..

Nesimi, Bağdat’ta doğmuş..

Halep’te öldürülmüş.

Neden?

Galileo Galilei neden engizisyon mahkemesin­de yargılandı? Zamanın iktidarına ters gelen gerçe­ği dile getirdiği için değil mi? “Dünya evrenin mer­kezi değildir, güneşin çevresinde dönüyor” demek, kilisenin otoritesine karşı gelmekti. Zamanın ege­meni öfkelendi; Galileo, zoru görünce sözünden döndü, canını kurtardı.

Ya Nesimi?

Asıl adı Seyid İmameddin olan Nesimi’nin, ya­şamı soru işaretleriyle dolu; ama belli olan ne? Şa­irimize göre “İnsan Tanrı’dır, insanın dışında Tanrı yoktur. Bu yüzden kendini bilen, varlığının özünü kavrayan her insanın derin coşkunluk içinde ‘ben Tanrıyım’ anlamına gelen ‘enelhak’ demesi gere­kir. İnsan konuşan bir Kuran’dır, tasavvuf diliyle ‘Kuran’ı natıktır’. Kendini bilen, varlığının derinliğin­de saklı sırları, olgunlukları kavrayan bir insan için en yüce ibadet, insana tapmaktır; özünün sonsuzluğundaki anlama saygı göstermektir.”

Doğu’nun “hümanizma”sını insan sevgisinde di­le getiriyor büyük şair Nesimi, şeriatçının dünya gö­rüşüne karşı çıkıyor; ama zamanın Memluk Sulta­nı Nasirüttin Ferec’in otoritesine de karşı çıkmış oluyor. Çünkü Galileo gibi Nesimi de din devleti dü­zeni içinde yaşamaktadır; bu ortamda ne hoşgörü vardır, ne fikir özgürlüğü...

*

Tarihin saatinde akrep ile yelkovan 15’inci yüzyı­lı gösteriyor...

Sultanın buyruğu üzerine Bağdat’ta derisi yüzü­lerek öldürülüyor Nesimi...

Derler ki:

Nesimi’nin yandaşları, sevgili şairin cesedini al­mak için infaz meydanına vardıklarında, kimseyi görememişler; çünkü Nesimi yüzülen derisini kaftan gibi sırtına alıp dalgalandıra dalgalandıra yürü­müş gitmiş...

Bağdat’ın 12 kapısındaki gözlemciler doğrula­mışlar; Nesimi, 12 kapıdan birden çıkarak bilinme­yen bir yöne doğru yürümüş...

O günden bu yana her Alevinin sırtındaki giysi, biraz da Nesimi’nin yüzülen derisidir; yüzyıllar bo­yu bu kaftanın öyküsü kuşaktan kuşağa aktarıl­mış...

*

Söylence ne denli inanılmaz da olsa, şair Nesimi, Galileo Galilei gibi, fikir özgürlüğü tarihinin bir say­fasına adını yazdı:

‘Enelhak’ diyerek...

(25 Haziran 1996 tarihli yazısı)

CELAL ŞENGÖR’ÜN CEHALETİ