12 Nisan 2016 Salı

Suriye Konusu ve Mülteci Sorunu

Suriye’de yaşanan iç savaş ve sonrasında ülkemize yaşanan mülteci akını, büyük bir sorun olarak karşımıza çıkmaya devam edeceğe benziyor.
Suriye ile olan sorunlu ilişkilerimiz 2000’li yıllarda normalleşmeye başlamıştı. AKP iktidarları döneminde bu yakınlaşma giderek arttı.
Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Başbakanı Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül, Suriye’ye üst düzeyde ziyaretler gerçekleştirdiler. Karşılık olarak da Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat, Türkiye’yi ziyaret etti.  İki ülke arasında çok sayıda ve önemli ekonomik antlaşmalar imzalandı. Ayrıca vize uygulamaları karşılıklı yumuşatıldı. O güne değin birbirine "olağan şüpheli" gözüyle bakan iki ülke samimiyette daha da ileri giderek ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirmeye başladı. İki ülke arasındaki ilişkileri koordine etmek amacıyla, özel bir "mini ortak bakanlar kurulu" dahi oluşturuldu. Bu balayında her şey harika gözüküyordu. Ta ki “Arap Baharına’’ kadar…
Arap Baharından sonra bir anda kardeşim Esat’tan, Esed’e evrilen bir süreç yaşandı. Sonrasında Reyhanlı patlaması, MİT tırları, El Nusracılar’ın ve diğer radikal dinci grupların eğitimi ve mülteciler girdi ülke gündemimize…
Bu sürecin başlama sebebi AKP’nin Sünni eksenli bakış açısı ile geliştirdiği Yeni Osmanlıcılığa dayanan yayılmacı dış politikasıdır. Bu anlayış nedeniyle günümüzde Suriye konusu, tam anlamıyla ülkemizin içini kaynatan bir sorundur.
Suriye iç savaşından kaçan mültecilerin iki milyondan fazlası ülkemiz sınırları içerisindedir. Mülteciler, hem ülkemiz hem de Avrupa Birliği üyeleri ülkeleri için büyük bir sorun teşkil ettiler.
Emperyalist müdahaleler sonucunda Irak ve Suriye’deki yönetim boşluğundan doğan IŞİD, ülkemiz başta olmak üzere tüm ülkeler için tehdit unsuru oldu.



Mültecilerin Durumu
Türkiye, Mart 2011’de Suriye’de ortaya çıkan çatışma ortamından kaçan Suriyelileri, uluslararası hukuka ve insan hakları evrensel ilkelerine uygun bir biçimde “açık kapı politikası” ve “geri göndermeme” ilkeleri çerçevesinde “geçici koruma” sağlayarak kabul etmiştir. Bu çerçevede Nisan 2011-Kasım 2015 arasındaki 4,5 yılda Türkiye’ye gelen Suriyeli sığınmacı sayısı,  resmi rakamlarla (2 Ekim 2015 itibariyle) 2.072.290’dır. Gerçekte ise bu rakamların çok üstünde olduğu tahmin edilmektedir.
Suriyelilerin Türkiye’deki mevcut durumlarının ekonomik etkileri de çeşitlenerek artmaktadır. Türkiye’nin devlet eliyle yaptığı yardımın mali tutarı 7,6 milyar doları aşmıştır.
Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi’nin 2014’te gerçekleştirdiği araştırmanın sonuçlarına göre[i]:
Aralık 2014 itibariyle Türkiye’de 3,5 yılda 1,6 milyonu aşan sayıda Suriyeli bulunmaktadır. Bunların sadece % 13’ü 10 ildeki 22 kampta, geri kalan % 87 ise Türkiye’nin neredeyse tamamına yayılmış biçimde kamplar dışında yaşamaktadırlar. Türkiye’deki Suriyelilerin % 53’ünden fazlası 18 yaş altındaki çocuk ve gençlerden, % 75’ten fazlası ise özel koruma ihtiyacı içinde bulunan çocuk ve kadınlardan oluşmaktadır. Bu arada Türkiye’de 3,5 yılda doğan Suriyeli bebek sayısının 60 bini aştığı tahmin edilmektedir.
Suriyelilerin en çok kaygılandıkları hususlardan birisi çocukların yarım kalan eğitimidir. Türkiye’de Türkçe eğitim nedeni ile kamplarda ve kamp dışında bazı STK’lar tarafından yapılandırılan ve “ayıklanmış” Suriye okul müfredatının okutulduğu sistem ise ihtiyaca cevap verememektedir. Türkiye’de okul çağındaki çocuk ve gençlerin sadece yaklaşık % 15’i civardaki okullara gidebilmektedir.
Türkiye’nin Suriyeliler politikasının artık sadece “geçicilik” üzerine bina edilmesi mümkün görünmemektedir. “Geçicilik” beklentisi ile ertelenen, ötelenen ya da ihmal edilenler, gelecekte çok ciddi sorunları beraberinde getirmektedir.

Aleviler Köylerine Sığınmacı Kampı Yapılmasını İstemiyor
Rapordan ve ülkenin bazı yerlerinden gelen haberlere göre de ülkemiz için Suriyeli sığınmacılar konusu ciddi sorunlar yaratmaktadır. Bu kadar büyük bir nüfusun ülkenin 72 ilinde birçoğunun kendi imkânları ile yaşaması, 400 bin Suriyelinin kaçak işçi olarak çalışması ve AB ile yapılan yeni anlaşmaya göre yeni kamplar kurulması da bu sorunların en ciddileri olarak önümüzde durmaktadır.
Kahramanmaraş’ın Sivrice Höyük Mahallesi’ne yapılması planlanan  Suriyelilere yönelik taşımalık mülteci kampının yapılması bölgede yaşayan Alevi yurttaşların büyük bir tepkisi ile karşılandı. 1978 yılında yaşanan katliamdan önce Kahramanmaraş nüfusunun %30’unu teşkil eden Alevi nüfusu günümüzde %5’ler seviyesine gerilemiştir. Bu durum Alevilerin toplumsal hafızasına yerleşmiştir.
Alevi Örgütlerinin konuyla ilgili yayınladığı bildiride yer alan soru tam da yerinde bir sorudur[ii]:
 “AKP hükümeti, Suriye’de savaşmakta olan Cihatçılar, IŞİD’çiler, El-Nusracılar’ın ailelerini Alevi köylerinin ortasına yapacağı 27 bin kişilik bir kasabaya yerleştirecek. Bu ailelerin erkekleri Suriye’de Alevi köylerini yakıp yıkan, onları katleden, ağızlarından ve ellerinden kan damlayan ve böylece Cennete gideceklerini sanan katillerdir. Şimdi bunları getirip Maraş’ta Aleviler ile kapı-komşu yapmanın anlamı nedir? Bu durum yeni bir Maraş katliamının habercisi değil midir?”  
Aleviler 72 millete bir nazar da bakan insanlardır. Mültecilerle ilgili bir sorunları olduğunu düşünmüyorum. En büyük korkuları Suriye’deki yönetimden kaçanların Suriye yönetiminin Alevi olmasından kaynaklı, Alevi düşmanlıklarıdır.
Sivricehöyük Köyü Muhtarı Mehmet Caner, itirazlarının nedenini Hürriyet Gazetesine verdiği demeçte somut bir şekilde ortaya koymuştur: “Biz Suriyeli mültecilere karşı değiliz. Hatta köyümüzde bir Suriyeli aile yaşıyor. Ancak çoğu mülteci Suriye’de yaşanan iç savaştan Alevileri sorumlu tutuyor. Mezhepsel çatışmalar yaşanabilir. Kampa daha sonraları IŞİD, Nusra benzeri örgütlere bağlı kişiler yerleşirse ne olacak? O zaman ne güvenliğimiz ne huzurumuz kalır. Buradaki 24 Alevi köyünün nüfusu 6 bin civarında. 27 bin nüfusluk bir kamp kurulursa asıl biz kendimizi kampta hissederiz. IŞİD’liler yerleşirse can güvenliğimiz kalmaz.”
Buradan bu sorunun nedenlerinden biri olduğunu düşündüğüm Cumhurbaşkanı’na sesleniyorum:
Sayın Cumhurbaşkanı;
Sığınmacılar için barınma kampı yapılması yapılan araştırmaların sonucunda şart görünüyor. Alevi yurttaşlarımız selefi çetelerin kampının kendi köylerine yapılmasına tepki gösterdiğine göre… Kimsenin itiraz etmeyeceği bir yer biliyorum. Benden size bir yer önerisi. Açın bin odalı sarayınızı ve göç ettirdiğiniz insanların barınma sorununu çözün….


 

[i] “Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum” başlıklı bu çalışma Ocak-Kasım

Mahmut Aslan
telgrafhane.org/8 Nisan 2016

5 Nisan 2016 Salı

SPOTLİGHT FİLMİNDEN KARAMAN’A

Bu yıl Oskar ödül törenleri, siyahi oyuncuların hiçbir dalda aday olamaması ile gündeme geldi. Birçok oyuncu ve yönetmen Oskar’ı protesto etti.

Bu yıl; hem “En İyi Film” hem de “En İyi Özgün Senaryo” Oscar’ını almayı “Spotlight” filmi kazandı. Yapılan protestoların sonuca herhangi bir etkisi olmadı.

 Film, gerçek bir olaydan esinlenme ve bize çok tanıdık gelen bir olayı işliyor: The Boston Globe gazetesinin, “Spotlight” adlı araştırma biriminin, Kilisiye giden çocuklara, rahiplerin yaptığı; tacizin, istismarın, tecavüzün gün ışığına çıkarmasını anlatıyor ve bu çocukların yaşadıkları tramvayı da.

Kilisenin, devletin derinlikerine nasıl nüfuz ettiği ve birçok şeyi  nasıl sümenaltı  edebilme gücü de  filmin diğer bir önemli ögesi.

Cinsel istismara uğrayan çocuk ve ailelerin, başlarına gelen olayı gizlemeleri, genel ve  belirgin davranış olarak ortada durmaktadır. Akabinde, gazetenin bu olayları araştırması ve yazı dizisinin yayınlamasından sonra, toplum üstündeki psikolojik baskı kırılarak, yüzlerce vakanın ortaya çıkması sağlanıyor.

Tam bu dönemde,  Karaman’da Ensar Vakfında  kırk beş öğrenciye yapılan cinsel istismar gün yüzüne çıktı. Kanımızı en çok donduran ise ailelerin on bin Türk Lirası alarak, suç duyurusunda bulunmaması ve bu olayın üstüne gitmemeleri oldu sanırım.

Hürriyet Gazetesinden Cansu ÇAMLIBEL’in Spotlight ekibinin kilit ismi gazeteci Michael Rezendes’le yaptığı röportajda, bu noktaya değinilmiş ve  sorunun nasıl aşılacağı konusunda  Rezendes, görüşünü söyle ifade etmişti:
“Madem aileler konuşmuyor, o halde savcının elindeki belge ve kanıtlar çok önemli. Türk gazeteciler mutlaka savcıyı kendilerine elindeki tüm kanıtları göstermeye ikna etmeli. Elbette savcı devam eden bir davada kayıtları basınla paylaşamayacağını söyleyebilir.
‘Devam eden dava süreci’ söylemi… Burada da söylerler bunu. Ama bir noktada savcı mahkemeye delil sunmak zorunda kalacak. İşte hikâye de zaten orada. Peşinde olduğumuz çocukların tacize uğradığını gösteren belgeler.”
Bakalım, ülkemizde bu işi takip edecek ve olayı sonuna kadar araştırarak çözecek bir savcı var mı? Hep beraber yaşayıp göreceğiz.

NEDEN DİN KURUMLARINDA BU TÜR OLAYLAR YAŞANIYOR?
Karaman’da yaşanan olayın ortaya çıkmasının ardından, çok sayıda buna benzer haber, ülke gündemine girmeye başladı. Bunlardan birkaçına  bakacak olursak:
“Gazeteport tarafından yapılan habere göre, FBI'ın çok sayıda çocuk pornosu videosu bulundurduğu için yakalattırdığı Trakya Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve İlahiyat Profesörü Hüseyin Sarıoğlu'nun, cinsel istismar vakalarıyla gündeme gelen Ensar Vakfı ile bağı olduğu ortaya çıktı.”
“Birgün'denSerbay Mansuroğlu'nun haberine göre Bursa’nın Osmangazi ilçesinde 35 yaşındaki dinci eğitim sendikası Eğitim Bir Sen üyesi bir öğretmenin 14 yaşlarındaki 5 kız öğrencisine uygunsuz fotoğraflar ve cinsel içerikli mesajlar gönderdiği ortaya çıktı.”
“Malatya'da kendilerine konferans salonu verilmediği için AKP ile arası açılan Furkan Vakfı'nın lideri Alparslan Kuytul, Ensar Vakfı'ndaki tecavüz skandalı için "Her cemaatte vardır. Hz Muhammed'in cemaatinde de vardı" dedi.”
Görüldüğü gibi bu tür sapık ilişkilerin içine girenlerin hep aynı kaynaktan çıkması tesadüf mü? Bunun sebebi de karma eğitimden geçmiş olmamaları olabilir mi?  Kızlı erkekli okumayanların, farklı cinsel arayışlara, başka yönlere sapmaları kaçınılmaz olabilir mi?
Evet,  Turan Dursun’un yazdıklarını da anımsamak kaçınılmaz oluyor: Dursun, kendi yaşamından bir bölümü anlattığı Kulleteyn kitabında, medrese eğitimi sırasında erkek öğrencilerin yaşadıklarını gözler önüne seriyordu.
 “Spotlight” filmden öğrendiğimize göre, dünya genelinde Kiliselerde tacizci rahip  % 6 oranındadır.
Medrese  ve dini programlı eğitim kurumlarında bu oranın ne kadar olduğunu bilmiyoruz; ancak kliseden bir kıyaslama yapmak mümkün olabilir ve bundan az  olmaması,  ülkemizde yaşanan  son olaylardan da gözlemlenebilir.
Michael Rezendes, röportajın devamında, dini kurumlarda böyle olayların yaşınmasını şu üç unsura bağlıyor :
“Farklı bir dine mensup din adamlarının karıştığı cinsel taciz üzerine çalıştınız ama sonuçta Amerika’dakiler de Türkiye’dekiler de ya din adamı ya da dini duyguları kuvvetli kişiler…  Bence bu bağlantıyı yaratan 3 unsur var; sorgulanmayan bir hürmet, otoriteye itaat ve gizlilik. Ana karakteri bu unsurdan oluşan bir ilişki tacize elverişli bir ortam yaratıyor. İslamiyeti değil ama tacizin yaşandığı diğer bazı dinleri inceleme fırsatım oldu. Mesela Ortodoks Yahudilerde de çocuk cinsel tacizi yaygın ve önemli bir sorundur. Buralardaki dinamik tamamen itaat eden ve otoriteyi hiç sorgulamayan kişiler üzerine kurulu. Dolayısıyla da bu kişiler meselenin örtbas edilmesine çok uygun bir ortam yaratmış oluyor. Herkes ağız birliği etmişçesine o ilişkideki otoriteyi sorgulamaktan kaçınırsa biz de hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayız. Bizim Spotlight ekibi olarak çıkardığımız en büyük ders şu; otoriteyi daima sorgula!”

LAİK BİLİMSEL EĞİTİM ŞART
“Otoriteyi daima sorgula” lafından yola çıkarsak ülkemizde işimiz zor görünüyor.
Çünkü iktidardaki AKP iktidarı 14 yıl boyunca sorgulamayan bireyler yetiştirmek için eğitim sisteminin altını üstüne getirdi. Felsefe, mantık, resim, müzik gibi dersler nerdeyse müfrettan kaldırıldı; yerlerine  din ağırlıklı dersler konuldu..
Mücadelemiz tam da bu noktada başlıyor.
Yeniden; laik ve bilimsel eğitim mücadelesi vermenin tamda zamanıdır. Bu karanlık ortamdan kurtulmanın tek yolu da buradan geçmektedir.
Haydi mücadeleye…

Mahmut Aslan
telgrafhane.org/01.04.2016