26 Temmuz 2016 Salı

Madımak Yanmaya Devam Ediyor Hala

İki temmuz sıcağında
Ben yanarım sivas yanar
Pir Sultan’ın ocağında
Ben yanarım sivas yanar
Ozan Emekçi
Bundan 23 yıl önce Sivas şehrine gitmişti Pir Sultan dostları, Pirlerini anmaya, Pirinin diyarına…
Giderken ne düşündüklerini biliyorum ama bir tahminde bulunabilirim, kendi kültürlerini, inançlarını böylesine büyük bir etkinlikle anmaktan büyük bir mutluluk duyuyorlardır.
Ama kimsenin aklına Madımak otelinde herkesin gözü önünde Cumhuriyet ve insanlık tarihinin en büyük katliamlarından birinin yaşanacağı gelmemiştir…
Sivas, Pir Sultanın Sivas Ellerinde Sazım çalınır dediği yerdir. Âşık Veysel, Muhlis Akarsu’yun ve binlerce ozanın elidir.
Bağımsızlık Savaşının örgütlendiği ildir.
Bu el yobaza, bağnaza, cumhuriyet ve laiklik düşmanlarına bırakılmayacak kadar değerlidir…
ALEVİLER HAKLARINI KORUMAK İÇİN ÖRGÜTLENMELİ
23 yıl önce bu katliam yaşandı ama şimdi ülkemiz o günlerden daha da kötü bir durumdadır.
Günümüzde ülkemiz, coğrafyamız dünya emperyalist güçlerinin çıkarları için başta aleviler olmak üzere mazlum halklar cihatçı / selefi çeteler eliyle katledilmekte, inançları, kültürleri, yaşam alanları yok edilmekte, zorunlu göçe tabi tutulmakta; bu katil sürüleri eliyle ırk adına, din adına, Allah adına, insanlık tekrar ortaçağ karanlığına mahkum edilmektedir.
Cumhuriyet tarihimizin en gerici, en işbirlikçi, halk düşmanı iktidarı olan AKP rejiminin de desteğini alan gerici çeteler ve tarikatlar yeni Madımaklar yeni Maraşlar yeni katliamlar örgütlemektedir.
Alevi yerleşimlerine yönelik mülteci kampları kurulması, yeni katliamlara yol açacaktır. Aleviler de haklarını korumak için biran önce bütün ayrışmalarını bırakarak bir araya gelmek zorundadır.
MEMLEKETİN MANZARA-İ UMUMİYESİ
Gelin kısaca memleketin manzara-i umumiyesine bakalım Sivas katliamından 23 yıl sonra…
Ülkemizde laikliliğe cumhuriyete karşı saldırılar her geçen gün artmaktadır.
Meclis Başkanı olan zat laiklikle sorunu olduğunu her platformda dile getirmektedir.
Türkiye hızla din devleti görünüme girmektedir.
Birçok bakanlıktan büyük bütçesi olan Diyanet İşleri Başkanlığı, verdiği akla aykırı fetvalarla toplumu zehirlemektedir.
Bütün okullar imam-hatipleştirilmekte. İmam hatiplerse Sivas’ta “yak ulan yak” diye bağıran dindar ve kindar nesiller yetiştirmeye devam etmektedir.
IŞİD memleketin dört bir yanında örgütlenmekte ve din adına kitlesel katliamlar yapmaktadır.
Laikliği savunmak bugün dünden daha da önemlidir. Laiklik özgür yaşam mücadelesi verenler için ekmek, su ve hava kadar önemlidir. Bu gün asıl direnç noktasıdır.
2 TEMMUZ’DA 33 CAN KATLEDİLMİŞTİR, HALA HESAP SORULAMAMIŞTIR!
2 Temmuz’da Sivas’ta katledilen canlarımızın sayısı 33’tür. Yıllardır 37 diye bilinen kişi sayısı yanlıştır. 37 kişinin içinde 2 otel görevlisi ve 2 cani de bulunmaktadır.
iki caninin de şehit sayımız içinde anılması hepimizin yüreğini incitmektedir.
Yüreğimizi inciten sadece bu değildir.
Aradan 23 yıl geçmesine rağmen caniler hak ettikleri cezayı almamışlardır. Zaman aşımı bahanesi ile bu iş atlatılmaya çalışılmaktadır. Ama insanlık suçlarında zaman aşımı olmaz. Madımak katliamı sonsuza dek anılacak bir insanlık katliamıdır.
Dava zaman aşımına uğratılmaya çalışılırken geçen günlerde Cumhuriyet gazetesi yazarları Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan’ın Fransız Charlie Hebdo mizah dergisinin çizdiği ve Hz. Muhammed’in tasvir edildiği belirtilen karikatürleri köşelerinde yayınladıkları için aldıkları cezanın gerekçeli kararında yazılanlar olayı basitleştirmeye ve masum bir kalkışma olarak göstermeye yöneliktir. Bakın bu “yüce hukukçularımız”! ne demişler:
“Yakın geçmişte ateist olduğunu gizlemeyen yazar Aziz Nesin’in İslam dinine yönelik bazı hakaret içerikli sözler söylediğinden bahisle Sivas’ta toplu halde harekete geçen insanlar, Aziz Nesin’in kaldığı bildirilen oteli galeyana gelerek ateşe vermiştir. Olayda çok sayıda yazar, ozan ölmüştür. Aziz Nesin bu olaydan kurtulmuştur. Üstelik bu sözleri tam olarak nasıl söylediği bile belli değildir. Oysa anında bir reaksiyonla insanlar kendi kutsallarına yönelik hakaret yönünden toplu halde ve sonunu düşünmeden harekete geçmişlerdir. Bunlar ve daha örneklenecek birçok olay, dinsel saikle ve din adına yapanlar tarafından iyi niyetli olarak yapıldığına inanıldığı şekli ile yaşanan olaylardır.”
Başka bir olay da dinci Akit gazetesinin Sivas canilerinin mağdur olduğunu günlerce yazması, dönemin başbakanının zaman aşımı için hayırlı olsun açıklamaları Madımak’ın hala sönmediğinin en büyük göstergeleridir.
Yazımı sonlandırırken bir haber daha düştü haber sitelerine, Sivas canilerinin avukatlarından birinin Anayasa Mahkemesi üyesi olduğu ortaya çıktı. Milletvekili, belediye başkanları, bakan olup ödülünü alanlar olmuştu. Şimdi bir de Anayasa Mahkemesi üyemiz oldu…
Madımak yanmaya devam ediyor hala…
Ama umutsuz değiliz. Gezi direnişi ile başlayan korku impartorluğunun yıkım süreci hızla devam etmektedir. Son günlerde ülkenin dört bir yanından liselilerin sultana ve rejmine boyun eğmediklerine dair bildirileri yağdı.
Direnen bütün gençlere selam olsun…
 Mahmut Aslan
28 Haziran 2016
http://www.yakinplan.com/kose-yazilari/madimak-yanmaya-devam-ediyor/

KEDİ VE ÖLÜM- ERHAN BENER

Son zamanlarda teknolojiye biraz daha fazla zaman ayırıyor olsam da hala iyi bir kitap okuru sayılırım.Kitaplar birçok derdin ilacıdır. Bizi hiçbir zaman sıkmayacak dostlarımızdır.

Her türlü kitabı okumak en sevdiğim özelliklerimden biridir. Belki sistematik okumalar daha yararlıdır. Ama ben karışık okumayı tercih ederim. Roman, şiir, hikaye, biyografi, deneme vb…

Romanların yeri ise ayrıdır bende. İçim sıkıntıya düştüğünde iyi bir romandan başka bir yol yoktur o sıkıntıdan kurtulmak için. Başka dünyalara dalmak, üstünde düşündüğünüz bir konu hakkında roman karakterlerinin konuşması sonrası başka bir fikrin sizi aydınlatması hep romanların içindedir.   

Roman okumayı severim dedim ya Türk yazarların romanlarını okumayı daha çok severim. Biraz daha bizden olduklarındandır sanırım. Köylü Memed Ağa ile işçi Ahmet’i görüp çevremizdekilerle kıyaslayabilirsiniz.

Bir yazarı sevdiysem bütün kitaplarını okumaya çalışmak gibi bir huyum var. Bu nedenle daha az sayıda yazarı okuyabiliyorum.

Bu yazıda size yeni ve geç tandığım bir yazarımızdan ve kitabından bahsedeceğim. Erhan Bener ismini duyanlarınız vardır içinizde ama ben bu ismi yeni duymanın üzüntüsü içindeyim. Onlarca kitap kaleme almış ve çok ödül almış bir yazarımız Erhan Bener. Ödülleri içinde Yunus Nadi, Orhan Kemal Roman Ödülü ve hatta Fransız-Türk Kültür Cemiyeti Roman Ödülü bile bulunmaktadır.

Erhan Bener 1929 yılında Kıbrıs'ta doğan, 1950 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olduktan sonra girdiği Maliye Bakanlığı'nın çeşitli kademelerinde çalışmış, 1975 yılında Emekli Sandığı Genel Müdürü iken kendi isteğiyle emekliye ayrılıp kendini tamamen edebiyata adamıştır.

Erhan Bener uzun yazarlık serüvenine 1953 yılında yayımlanan Acemiler kitabıyla başlamıştır. Bener'in 1953 yılında Acemiler'in yayımlanmasıyla başlayan ve Yalnızlar, Loş Ayna, Kedi ve Ölüm ve Baharla Gelen'in izlediği verimli ilk edebi döneminin ardından on yıllık bir edebi suskunluk, maliye kitapları yazdığı yoğun mesleki çalışmalar dönemi vardır.

Bener'in ilk dönem romanlarında (Acemiler, Yalnızlar, Loş Ayna, Kedi ve Ölüm ve Baharla Gelen) birey- toplum çatışmalarının kaynağına içten bir bakış vardır. Roman kişileri, kendilerini çatışma noktasına getiren nedenleri yine kendileri irdeler.

Kedi ve Ölüm, yaşlı bir ressam olan Zahit İloğlu’nun üç ay kadar bir ömrünün kaldığını öğrenmesiyle başlar. Bu, ona büyük bir sarsıntı yaşatır. Yaşadığı hayatın muhasebesini yapar.


 Bir Anadolu kasabasında geçen yoksul çocukluk döneminden sonra resim yeteneğinin keşfedilmesi sayesinde önce İstanbul’da, sonra gençlik döneminde Belçika’da aldığı resim eğitimini, bu eğitim sırasında yaşadıklarını, ilişkilerini hatırlar. Aynı şekilde yurda dönüşünden sonraki hayatının da değerlendirmesini yapar. Resim öğretmenliği yapan ve sergiler açan Zahit İloğlu’nun ilk evliliğinden iki çocuğu olur. Kızı beş yaşında ölür. Eşini de kaybeden Zahit İloğlu, ikinci kez ve kendisinden oldukça genç bir kadınla evlenir. Bu evlilik, tıpkı kendisinin olduğu gibi ikinci eşinin de ikinci evliliğidir. O da ilk eşini kaybetmiştir. Zahit İloğlu’nun yaptığı bu ikinci evlilik, evde yetişkin bir oğlu olması nedeniyle bazı sakıncalı durumları düşünmesi yönünde bir nitelik arz eder. Doktordan üç ay sonra öleceği haberini aldığı gün, uzaktan eşini ve oğlunu birlikte yürüyor halde görmesi, evlenmeden önce arkadaşlarının kendisine yaptığı uyarıları hatırlatır. İlk eşinden dünyaya gelen oğluyla ikinci eşinin arasında bir ilişki bulunması ihtimali, ölümüne kadar Zahit İloğlu’nun zihnini meşgul edecek ve onlara yönelik olumsuz düşüncelerini önemli ölçüde geliştirecektir.

Zahit İloğlu’nun hayatındaki başka bir gerilim konusu ise sanat kariyeri ile ilgilidir. Bir ressam olarak ortalamayı aşan bir şöhrete sahip olamaz ve kendisini ölümsüzlüğe ulaştıracağını düşündüğü büyük eseri ortaya koyamaz. Romanda, Zahit İloğlu’nun, geçmişe yönelik değerlendirmelerinin yanı sıra, giderek ağırlaşan hastalığının belirlediği günlük yaşam içindeki durumu da ayrıntılı bir şekilde yer almaktadır.

Kitabın kabaca bir özeti bu şekildeyken, okurken altını çizdiğim ayrıntıları sizlere aktarıp bir alıntı ile son verelim.

Ressam kısa süre içinde öleceğini öğrendiği zaman yaşamla ilgili şu değerlendirmede bulunuyor:

“Şurada sıcaktan yumuşamış, eriyip birbirine kaynaşmış bir yığın halinde önünden geçen insanlar içinde bugün, yarın, üç ay, üç yıl ya da elli yıl sonra ölecekler var. Hiçbiri ne zaman öleceğini bilmiyor. Daha doğrusu hiçbiri birgün öleceğine inanmıyor. Oysa geçen kendi altmış yıllık ömrü gibi, her birinin böyle yaşanmış ömrü, bir gün elbet sonuna gelecek. İşte o zaman, önemli olanın üç ay, üç yıl, ya da otuz yıl değil, sınırlandırılmış bir süre içinde yaşamak olduğu anlaşılacaktır.

Zahit İloğlu roman boyunca çirkinliğinden yakınması ve onun çirkinliği tanımlaması da kitabı okurken ilgi çekici geldi bana:   

“ Cama vuran yansımını seyrederken, yaşlı ve çirkin oluşundan utanır gibiydi. Korkuyordu belki de. Gerçi korkunç bir yüz değildi bu. Ama, kaç kez bu şiş ve ablak surat, bu yamrı yumru gövde yüzünden kendini ezilmiş, ilk adımda yenik düşmüş hissederek umutsuzluğa kapılmıştı.
… Güzellik ve çirkinlik birtakım canlı odacıkların yağ ve kasların yığışmadaki dengenin sonucuydu. Doğruydu bu. Ama bu dengenin nasıl bir etkisi vardı insan hayatı üstünde?
… Çirkindi, çirkin olmasına ama hiç değilse değişik bir ilgi çekici yanı olsaydı…” (s. 20-21)

Kitapta kedi ise ressam Zahit’in boğazına oturan soluğunu kesen bir figür olarak karşımıza çıkmaktadır.

          “«Kedi», dedi birden. «Göğsümün üstünde bir kedi var.» Elini uzattı, tüylerinden yakaladı. Kocaman bir kediydi bu. Karanlıkta gözleri kızıl kızıl parlıyordu. Derisinin altında yılan gibi kıvranıyordu gövdesi, ısırmağa, tırmalamağa yeltenmiyordu.” (s.39)
“Durakladı. Şimdi yeniden terlemeye başlamıştı, Anlıyordu yavaş yavaş, ölümdü bu gelen, göğsüne çöreklenmiş, boğazına yapışmış, canını almaya çalışan Azrail’in ta kendisiydi. Nasıl da tanımamıştı o çılgın kıp kızıl yanan gözlerinden” (s.44)

Yazımıza Fethi Naci’nin aşağıdaki saptaması ile son verelim:

"Erhan Bener’in başarısı, öyle sanıyorum, asli görevinin ne olduğunu iyi bilmesinden kaynaklanıyor: Bireyleri anlatmak."


Okuyakalın…

CELAL ŞENGÖR’ÜN CEHALETİ