20 Ekim 2022 Perşembe

Ahmet Taner Kışlalı Kemalizm ve Laiklik

21 Eylül 1999 tarihinde Ahmet Taner Kışlalı evin önünde arabasına konulan bir bombanın patlaması sonucu katledildi. Bu olay 1990’lı yılların başından itibaren Atatürkçü aydınlara yapılan planlı saldırı dalgasının bir parçasıydı. O dönem yapılan aydın cinayetleri olmasa Türkiye belki 20 yıllık siyasal islam yönetimi altına girmemiş olabilirdi. Bu çıkarımı şuna dayanarak söylüyorum; M. Aksoy, B. Üçok, Dursun, U. Mumcu ve A.T. Kışlalı  gibi aydınlar bugünlerin geleceğini 30,40 yıl önce görmüş ve toplumu uyarmak için yazmış, örgütlenmiş, tehditlere aldırış etmeden toplantılar düzenlemişlerdi. Hepsinin üzerinde durdu en önemli konu tabii ki Atatürkçülük ve cumhuriyetimizin temel taşı olan laikliktir.

Kışlalı ve Kemalizm

Ahmet Taner Kışlalı kendisini Atatürkçü yerine Kemalist olarak tanımlamaktadır. Kendini bu şekilde tanımlamasının sebebi ise 12 Eylül gibi Türk-İslam sentezci bir rejimin kendisini Atatürkçü olarak tanımlamasından dolayı bu terimin yıpratılması ve Kemalizm’in uluslararası dile girmesidir.

1990’lı yıllarda Kemalizme olan ilginin giderek arttığını 1996 yılında Viyana’da yaptığı konuşmada şöyle anlatıyor: “Kemalizm eskiden 10 Kasımlarda bir ders anlatırken son üç yıldır ilgiden dolayı bir hafta anlatıyorum. Denizli de gittiğim konferans salonunun ilk gidişimde 1/3’ü bile dolmazken, şimdi salon dolup taştı.” Bu ilgilinin sebebi de Kışlalı’ya göre “Karşı Devrimcilere” olan tepki ve Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın yıkılmasıdır.

Kışlalı, Atatürk devrimlerinin sürekli olmasından, aklın ve bilimin yolundan giderek kalıplaşmamış olmasından kaynaklı günümüzde bile yaşadığını belirtiyor ve tarihe geçen şu sözünü: ‘”Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür’’ adeta beyinlere kazıyordu.

Numaracı Cumhuriyetçilerin Kemalizmin demokratik olmadığını nitelemeleri üzerine ünlü Fransız siyaset bilimci Prof. M. Duverger’ın şu yazısı ile onlara okkalı bir ders veriyordu: “Kemalist partinin birinci özelliği demokratik bir ideolojiye sahip bulunmasıydı. Tek partili şefler için ideal çoğulculuktu… Mustafa Kemal’in Siyasal rejimi çoğulculuğun üstün bir değer olduğunu kabul ediyor ve çoğulcu bir devlet felsefesi içinde işlevini yerine getiriyordu. Üstelik, Türk tek partisinin yapısal açıdan da totoriterlikle ile hiçbir ilgisi yoktu.”

Etnik ve dinci yapıların artan saldırılarına, kendine aydın diyen bazı kişilerinde eklenmesi üstüne onlara yine şu uyarıda bulunuyordu:

“Eğer bu topraklar üzerinde ırka dayalı bir bölünme yapmak istiyorsanız elbette ki Atatürk’e saldırmak zorundasınız! Eğer dine dayalı bir devlet kurmak istiyorsanız, Türkiye’yi yeniden geçmişe götürmek istiyorsanız, Atatürk’ü yıkmadan bir şey yapamazsınız! Bunlara bir ölçüde saygı duyuyorum inanarak bu saldırı yapanlara saygı duyarım. Ama siz bu toprakların üstünde daha çağdaş, daha demokratik bir toplum yaratmak istiyorum ve bunun için Atatürk’ü yıkmak istiyorum diye ortaya çıkarsanız bu ya cehalettendir, ya gaflettendir, ya ihanettendir!”

Gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olanların yıprattığı cumhuriyetin bugün yerinde yeller esmekte ve 20 yıldır ülkeyi yöneten siyasal islam rejimi ekonomik olarak çökmüş ve siyasal olarak giderek totoriterleşen bir yönetim sergilemektedir. Kışlalı’nın dediği gibi Kemalizme saldırarak demokrasi güçlenmemiş, siyasal islam yönetimine gidilmiştir.

Kışlalı’ya Göre Laiklik 

Ahmet Taner Kışlalı yazılarında ve konuşmalarında en genel tanımı ile laikliğin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımladıktan sonra Laikliğin iki amacı olduğuna değiniyordu. Birinci amaç farklı inanç kesimlerinin barış içinde yaşaması, ikinci amaç değişen koşullarda aklın ve bilimin ışığında çözüm arama yollarına ışık tutmak. 

Atatürk’ün Kemalizmin altı ilkesi içinde niçin en çok Laiklik konusunda duyarlı olduğunu da Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi kitabında şöyle anlatıyor: 

“Laiklik devletçilik dışındaki diğer ilkelerin hepsinin ön koşulları içinde yer alır.  Demokrasinin ön koşuldur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü olamaz, gerçek bir özgür seçimde. Milliyetçiliğin ön koşuludur; çünkü laiklik olmayan yerde önem taşıyan öge ulus değil, inananların oluştuğu ümmettir. Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laiklik kabul etmemiş bir toplumda, bilimin ve çağın gereklerinin gerisine kalmış kurumları değiştirmenin tartışması bile genellikle yapılamaz. Halkçılığın ön koşuldur; çünkü bir din devletinde halkın istekleri değil, dinsel seçkincilerin düşünceleri önemlidir. Laiklik karşıtı yönetimler genellikle çoğunluk dine dayalı bir azınlık diktasıdır.”  Siyasal İslamcıların 20 yıldır iktidarda yaptıkları tam da bu değil midir? 

Doğru soruları sormak, doğru cevabı bulmanın da ön koşuldur. Laiklik ve Aydın Sorumluluğu üstüne 1995 yılında yaptığı konuşmada Kışlalı şeriatçılara şunu da soruyor; Hangi şeriat? 8 ayrı mezhep var hepsinin ayrı şeriatı var. Bunun hangisini uygulayacaksınız? Bu sözleri duyunca Cübbeli Ahmet’in geçtiğimiz aylarda Selefiler üstüne yaptığı açıklamalar geldi: “"2000 Selefi dernek var şu an. Selefiler sıkıntı. Adıyaman civarı çok ateşleniyor. Çok dernekler kuruluyor oralarda. Tehlike boyutuna gelmeden tedbir alınmazsa FETÖ boyutuna döner." Görüldüğü gibi Nakşi, Selefi’yi istemiyor, Selefi hepsine karşı…

Laikliğin temeli laik eğitimdir. Bu nedenle Kışlalı zorunlu din derslerine ve imam hatipleşmeye de çok sert muhalefet etmiştir. O zaman yapılan bu muhalefetin sebebini de günümüzdeki imam vali, savcı, kaymakam ve okul müdürleri olmasın diyedir.

Günümüzde tartışmalı yapısı gittikçe gün yüzüne çıkan Diyanet İşleri Başkanlığı için 1999 yılında katıldığı 32. Gün programında şunları söylüyordu:  “Diyanet İşlerinin sağlıklı yapısı yok. İslam içinde tek yanlı taraf tutuyor. Diyanet işlerinin yetkisi camilerde Laikliğe uygun bir yapının o olup olmadığını denetlemesidir.” Peki, bugün bile hala diyanet için Atatürk kurdu kapatılsın demeyelim diyenler, tören Atatürkçüsü değil de nedir? 

Kışlalı, laikliğin korunmasının ordudan beklenmesinin yanlış olduğuna vurgu yaptığı konuşmalarda Cumhuriyet Gazetesi, ADD ve ÇYDD gibi kurumların güçlendirilmesi gerektiğini vurguluyordu. Günümüzde laiklik korunmaktan çıkmış yeniden tesis edilmesi gerek bir ilke haline gelinmiştir. Hoca’nın dediğini yapıp kurumlarımızı güçlendirip, güçlü bir siyasi çıkış yapmanın tam da zamanıdır.

“Okumak, öğrenmek ve birer mum yakmak ve mumları birleştirmek zorundayız” diyordu. Kendisi yazdıkları ve konuştukları ile mum olmanın ötesinde zihinlerimiz de bir meşale olmuş ve olmaya da devam edecektir. Saygıyla…

Mahmut Aslan-21.10.2022


18 Ekim 2022 Salı

KILIÇDAROĞLU TÜRKİYE’NİN OBAMASI OLABİLİR Mİ?

Türkiye bir yıl sonra çok önemli bir seçimle baş başa. Cumhur ittifakının adayı herkes tarafından bilinirken, Millet ittifakının adayının kim olacağı yönünde tartışmalar olanca hızı ile devam ediyor.

İsmi geçen adaylar içinde üstünde en çok durulan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı üstüne tartışmalar, yaptığı işlerden çok mezhebi üstüne yoğunlaşmış durumdadır.
Bu tartışmaları başlatanların AKP cephesinden önce TİP milletvekili Ahmet Şık ve İYİ Parti Milletvekili İbrahim Halil Oral’dan gelmesi ise kamuoyunu biraz şaşırttı. Bu açıklamaların altında kültürel kodların olduğu açıktır.
Kültür, ‘’bir grubun/toplumun üyesi olan bireylerin bilişsel şemalarını etkilemekte, davranış kalıplarını ve tercihlerini biçimlendirmektedir’’ Dinamik, kolektif ve sistematik yapısı sayesinde kültürel bellekte geçmişten bugüne toplumların tüm kültürel verileri saklanmaktadır. Bu verilerin sonraki kuşaklar arası aktarımı ise dil vasıtasıyla gerçekleşmektedir.
Psikiyatrist Vamık Volkan’ın kullandığı “Depolama” kavramına göre “erişkin kişi kendisine ait olan belli başlı kendilik imgeleri ve öteki imgeler için kalıcı bir depo olarak çocuğunu kullanır (çoğu kez bilinçdışı olarak) ve çocukta, ona aktarılan bu imgelerle bağlantılı belli başlı görevler başlatır” demektedir. Bu kavram da sadece kültürün değil psikolojinin de aktarımının aile ile nesilden nesile devam ettiğini söylemektedir.( Nazi Mirası, Prof.Dr. Vamık D. Volkan, Pusula Yayınevi, s.10)
ÇALDIRAN’DAN GÜNÜMÜZE ÖTEKİLEŞTİRME
1514 yılında Alevi Türkmen Devleti Safevi Devleti ile Osmanlı Devleti arasında yaşanan savaştan günümüze Alevilerle ilgili çok sayıda hurafe anlatılmaktadır. Alevilerin kuyruklu olduğundan, mum söndü yalanına kadar çok sayıda yalan ve iftira yüz yıllardır aktarılarak günümüze kadar gelmiştir. Yukarıda bahsettiğim iki siyasetçi her ne kadar Alevilik üstünden Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef almadıklarını söyleseler de, yaptıkları tamamen yüzyıllardır öğrene geldiklerini dışa vurmaktan ibarettir.
Aleviler Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze devlet kadrolarında, iş hayatında sürekli ayrıma uğramıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarında bir tane Alevi’ye rastlayamazsınız. Bunun sebebi; Alevilerin katlinin Osmanlı devletince vacip görülmesi ve kendilerini o devletin bir parçası olarak görmemeleridir. Dolayısıyla adeta devlet içinde bağımsız bir işleyiş kurarak köylerinden, mümkün olduğunca dışarı çıkmamışlardır. Köylerde yaşayan bu büyük kitlenin eğitim almamasından kaynaklı Cumhuriyeti kuran asker-sivil aydınlar arasında olmamaları da doğaldır.
Aleviler buna rağmen Cumhuriyeti benimsemiş ve bütün gücü ile Kurtuluş Savaşına ve Cumhuriyetin kuruluşuna maddi ve manevi desteklerini sunmuşlardır. Atatürk’ün Cumhuriyet fikrini Hacı Bektaş Postnişi Cemalattin Çelebi’ye söylemesi ve sonrasında Dergah’tan bütün dedelere yazılan mektup da bu durumun en güzel göstergesidir.
Cumhuriyetin eşit yurttaşlık projesi önemlidir. Ancak yapılan birçok devrime, Köy Enstitüleri ve Halkevleri gibi büyük kültürel organizasyonlara rağmen kültürel kodların kırılması öyle kolay olmamıştır.
DERSİMLİ KEMAL
1938 yılında Dersim’de yaşanan büyük kıyımın arkasında da bu yüzlerce yıllık kültürel aktarımın olduğu unutulmamalıdır. İnönü’nün 18 Eylül 1937 ve Atatürk’ün 1 Kasım 1937 günü TBMM'deki konuşmalarında, Tunceli’de huzur ve sükûnun sağlandığını söylemelerinden sonra böylesine büyük bir kıyımın yaşanmasının sebebi başka ne olabilir ki? Kılıçdaroğlu’nun zaman zaman Tunceli (“Dersimli”) olmasının gündeme getirilmesinin arkasında da onlarca yıldır süren Dersim İsyan mıydı, değil miydi tartışmaları bulunduğundan kısaca bu duruma değinmek gerekiyordu.
Alevilerin kitlesel olarak şehirlere taşınması 1950 sonrası döneme denk gelebilmiştir. Şehirleşen Alevi kitle, ilk zamanlarda en kötü işlerde çalışmış ama eğitimin önemini çabuk kavramıştır. Geleneksel inançlarından kaynaklı hızla eğitim almaya başlamışlardır. Bu durumda hem üniversitelerde hem de siyasette görünür olmaya başlamışlardır. 1966 yıllarda kurulan Türkiye Birlik Partisi ve 68 kuşağı içindeki Hüseyin İnan, Hüseyin Cevahir, İbrahim Kaypakkaya gibi gençlik önderleri de bu duruma örnek gösterilebilir.
1960-80 döneminde Ortaca’dan Maraş’a kadar yaşanan büyük Alevi kıyımları, 93 Sivas’ında gündüz gözü ile insanların yakılması, Gazi Katliamının arka planında da Alevilerin katlinin vacip olduğunu söyleyen kültürel aktarım yatmaktadır.
SİYASAL İSLAMIN ALEVİ DÜŞMANLIĞI
20 Yıllık AKP iktidarında ise Aleviler Cumhuriyetin kendisine kazandırdığı birçok haktan mahrum edilmiştir. Günümüzde bir Alevi rektör, kaymakam, vali, hatta okul müdürü bile bulmak nerdeyse imkânsızdır. Ergenekon, Balyoz süreçleri ile askeriyeden büyük oranda Alevi subay tasfiye edilmiştir. Hüseyin Topuz yazdığı Bavuldan Balyoz’a kitabında sırf isimlerinden dolayı Alevi olduğu sanılarak ordudan atılanları yazmıştır.
2008 yılında Amerikalı bir zenci olan Obama’nın Amerikan başkanlığına seçilmesi ne ifade ediyorsa, yukarıda kısaca özetlendiği gibi Çaldıran’dan bu yana ötekileştirilen böylesine bir kitlenin içinden çıkan birinin Cumhurbaşkanı adayı olması, yüzyıllardır yaşanan bu ötekileştirmeye dur denmesi anlamında da önemlidir.

NOT: 29/09/2022 Tarihinde www.politikyol.com sitesinde yayınlanmıştır.

25 Mayıs 2022 Çarşamba

Mansur Yavaş’a Açık Mektup

"Herkesi memnun edelim dersek, mümkün olsun, hepsi memnun olsun, ama biz bir maksadı temin etmiş olmayız. İdare-i maslahatçılar esaslı bir inkılap yapamaz. Bugünkü sefalet ve rezalet içinde esasen kimseyi memnun etmeye imkân yoktur. Memleket mamur, millet zengin olduğu zaman herkes memnun olur."

                                                                                                                         Gazi Mustafa Kemal Atatürk

Sayın Yavaş,
Bu mektubu size verdiğimin oyun takipçisi olmam, vicdani sorumluluğum ve demokratik solculuğumun gereği olarak yazıyorum. Demokratik solculuğum derken bakmayın siz Kemal Bey’in sağ-sol kalmadı demesine mensubu olduğumuz Cumhuriyet Halk Partisi tarihi ortanın solundan, demokratik sola uzanan bir süreç izler. Bu sürecin sonucunda da CHP tüzüğünün ikinci maddesinde bu durum somutlaşmıştır.
Günümüzde pek mektup yazılmıyor ve mektup yazan milletvekillerine Kemal Bey kızıyor ama mektup yazmak güzel bir gelenektir. Tarihe not düşme açısından da yararlıdır.
İKİ YILDIR TATMİN EDİCİ ÇALIŞMA YAPILMADI
Sayın Yavaş, seçilmenizin üzerinden neredeyse iki yıl geçmesine rağmen, az çok belediyecilik bilenleri tatmin edecek bir belediyecilik çalışması yapamadınız. CHP’li belediyelere bu dönem de yapılan baskıların sığınmanız gereksizdir. Çünkü bugün sizlere yapılanların daha fazlası 1970’li yıllarda AP’den belediyeleri alan CHP’li belediyelere yapılmıştır. Ancak o şartlarda yapılan toplumcu belediyecilik tarihe altın harflerle geçmiştir. Bu konuda özellikle dönemin İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ın anıları okumanızı salık veririm.
Yalçın Küçük’ün dönekler “Ortodoks” olur diye bir tezi vardı. Biz bu sözün doğruluğu AKP kadrolarına geçen birçok siyasal dönekte görmemize rağmen, siz bu tezi çürütüyorsunuz. Çünkü Ankara Anakent Belediyesinde 25 yıldır siyasal İslamcı kadrolara karşı direnen Atatürkçü, yurtsever, demokratik solcu kadroyu görmezden geliyor ve onların emeğini ve direnişini yok sayıyorsunuz. İki yıldır halkın aklında kalacak bir belediyecilik yapamamanızın arkasında liyakatsız, iş bilmeyen Türk İslamcılığının en gerici unsurları olan BBP geleneğinin kadroları ile iş tutmanız bulunuyor. Belki de belediyenin her katında yapılandan eski belediye başkanı İ. Melih Gökçek’in haber alması bu sebepledir. Oturduğunuz koltuk nüfus itibari ile küçük olan Beypazarı Belediyesi koltuğu değil ülkenin Başkent’ini yöneten koltuktur. Bu koltuğu dar kadrolar ile yönetmeye devam ederseniz iş yapamazsınız. Çünkü atadığınız daire başkanlarının bilgi birimi, liyakatı bu kenti yönetmeye ve biz cumhuriyet yurttaşlarını memnun etmeye yetmez.
Mansur Bey,
Yolsuzlukların üstüne gittiğinizi söylüyor ve hatta bazılarını mahkemeye veriyorsunuz. Peki, mahkemeye verdiğiniz bazı isimleri neden hala daire başkanı kadrosunda tutuyorsunuz? İsim istiyorsanız Melih Gökçek döneminde kiralandığı halde çok az kullanılan ve çok fazla bedel ödenen helikopter kiralamasının altında imzası olan Dış İlişkiler Daire Başkanınız Ramazan Kabasakal’a bakabilirsiniz. Kabasakal’ı bir tarikata yakın olduğu için o koltukta tuttuğunuz söylentisi de parti kamuoyu tarafından dinlendirilmeye başlamıştır.
İHALELER ESKİ FİRMALARA VERİLMEYE DEVAM EDİYOR
Evet, yolsuzlukların üstüne gittiğinizi söylüyorsunuz. Buna rağmen eski belediye başkanı zamanında ihaleleri alan firmalar nasıl oluyor da bu dönemde de ihaleleri almaya devam ediyor merak içindeyim. Bu durumu da örnekleyelim isterseniz. Geçtiğimiz günlerde twitter adresinden Önder Algedik’in belgeleri ile açıkladığı “Salgına rağmen 4,5 milyon tonluk rekor asfalt ihalesine çıkan Ankara Büyükşehir Belediyesi işi Söğüt inşaata vermiş.” twit dizisine bakabilirsiniz. Kim bu Söğüt İnşaat diye bakıldığında ODTÜ yolunda binlerce ağacı kesen AKP’ye yakın firma olduğu görülmekte. Şimdi içinizden, “ihaleler açık, en iyi teknik donanım, alt yapı onlarda girip ihaleyi alıyorlar kardeşim” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Çünkü bu ihalelerin neden bu firmalara verildiğini sorsam bu cevabı alıyorum. Bu kafa ile ihaleler verilmeye devam ederse ilerde “sizin gibi dostları” ile iktidar olacağını söyleyen CHP, bugün beşli çete diye kızdığı kişilere merkezi iktidarın bütün ihalelerini vermeye devam eder. Çünkü onlarda bütün ihaleleri alabilecek teknik alt yapıya sahipler diyecektim ki ne göreyim ihaleye giren Söğüt İnşaat 26 firma içinden en iyi teklifi veren 14 şirketmiş. Bu ihale işleri tarafınızca kontrol edilmiyor mu?
Mansur Bey, yaptıklarınıza belki de CHP’nin üst kadrolarından ses gelmiyor. Bu kadrolara Kemal Bey tarafından size karışmama emri de verilmiş olabilir. Ancak Kemal Bey, siz ve diğer CHP’nin üst kadrolarını elinde tutanlar şunu unutmasın ki Cumhuriyet Halk Partisine oy veren seçmen diğer siyasal İslamcı ve ülkücü seçmene benzemez. Yapılanları takip eder ve görmek istediği gibi bir siyaset görmez ise de bunun cezasını sandıkta keser. 1999’daki partinin baraj altında kalması ve Ekmeleddin vakasındaki “sandığa tıpış tıpış” gitmeme de siyasal tarihimizdeki örnekler sayılabilir.
Şimdi bu mektubu yazdığım için çok kızanlar olacaktır. Ama ben ve benim gibi aklını üç beş ihaleye, makam ve mevkiye teslim etmeyenler bunları yazmazsa ilerde hep beraber daha çok üzülebiliriz. Bir 25 yıl daha siyasal İslamcı gerici yönetimlerle yönetilmeye hiçbirimizin tahammülü yok.
Saygılar.
Mahmut Aslan-30 Ocak 2021

CUMHURİYETİN BÜYÜK DEVRİMCİ BAKANI; MUSTAFA ŞEREF ÖZKAN!

Yıllar önce eski Burdur Senatörü Ekrem Kabay ile sohbetimiz sırasında duydum ilk önce adını. Ekrem Kabay, Köy Enstisütü mezunu yoksul bir köy çocuğuydu. Mustafa Şeref Bey ise o yoksul köyün toprak sahibiydi. Topraklarını köylülere nasıl sattığını anlatmıştı sohbetimizde. Köylünün lehine bir satıştı bu. O gün pek değerini bilememiştim ama Ekrem Bey’in saygısından çok büyük bir insan olduğunu hissetmiştim.

Yıllar içinde yaptığım okumalarda Mustafa Şeref Bey ismine Bilsay Kuruç, Zafer Toprak ve Korkut Borotav gibi büyük aydınlarımızın Türkiye ekonomisi ile ilgili yazdıkları eserlerde de rastladım. Böylesine büyük isimlerin eserlerinde isminden sürekli bahsedilen büyük bir devlet adamının geniş halk kesimleri tarafından neden bu kadar az bilindiğine de şaşırıp kaldım.
Ölümden yıllar sonra hakkında Özcan Şabudak tarafından yazılan kitabın adının da “Unutulmuş Bir Devletçi İktisat Vekili Mustafa Şeref Özkan” olması da cumhuriyetçilere utanç belgesi niteliğindedir.

Kimdir bu Mustafa Şeref Özkan?
Mustafa Şeref Özkan Burdur’un Yeşilova kazasının Gençali köyünde 1885 yılında doğmuştur. Burdur’da ilköğrenimini tamamlayarak İzmir İdadisi ve ardından 1909 yılında İstanbul Hukuk Mektebinden birincilikle mezun olmuş. İttihat ve Terakki hükümetinin öğrenim amaçlı yurt dışına gönderdiği ilk öğrencilerdedir. 1909 yılında Paris’te başladığı Hukuk Fakültesindeki eğitimini 1912 yılında başarıyla tamamlayarak yurda dönmüştür.
1913 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi, Hukuk-ı Esasiye ve İdare Kürsüsüne müderris muavini olarak atanmış ve o kürsüde idare hukuku dersleri vermiştir. Aynı yılın sonlarına doğru Konya Hukuk Mektebine müdür olarak atanmıştır.

iTC'NiN TiCARET VE ZiRAAT NAZIRI
1914 yılında Konya mebusu olarak seçilen Özkan, 1917 yılında Talat Paşa Kabinesinin Ticaret ve Ziraat Nazırıdır.
Ticaret ve Ziraat Nazırlığı döneminde, öncelikle “Tarımda Çalışma Yükümlülüğü Yasası” çıkarılmıştır. Özkan, Meclis-i Mebusan’da yaptığı konuşmada, getirilen bu yükümlülük ile tarımda “tüketim” bölgelerinin, “üretim” bölgelerine dönüştürüldüğünü belirtmiştir. Bu konuda, örgütlenmenin ve ücretli çalışanların sorunlarına eğilinmesinin önemi üzerinde durmuş, savaş sonunda yükümlülük kavramı yerine “özendirme” kavramının kullanılacağını vurgulamıştır.
Mustafa Şeref’in sahiplendiği yasalardan biri de “Vurgunculuğun Yasaklanması Yasası”dır (24 Mayıs 1917). 1918 yılında Talat Paşa Kabinesinden istifa ederek yürütmüş olduğu Ticaret ve Ziraat Bakanlığından ayrılmıştır.
1919 yılında sağlık sorunları nedeni ile Berlin’e geçmiştir. Berlin’de bulunduğu sırada Sevr Antlaşması karşısında çalışmalar yapmış ve Türklerin haklılığını savunan broşürler çıkarmıştır.
Kurtuluş Savaşı’nın başlaması ile birlikte kazanılan Birinci İnönü Savaşı’ndan sonra Türkiye’ye dönmüş ve her yurtseverin yapacağı gibi Anadolu’daki İstiklal mücadelesi saflarında hizmet vermeye başlamıştır.
Ankara hükümeti tarafından Suriye ile yapılacak gümrük anlaşması için oluşturulan komisyona üye seçilmiştir. Beyrut’ta yapmış olduğu başarılı çalışmalar Ankara’da takdirle karşılanmış olup bu çalışmalarından dolayı Lozan Sulh Heyetinde müşavir olarak görevlendirilmiştir.
Başarılı geçen Lozan görüşmelerinin ardından 1923 yılında yapılan seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisinden Burdur milletvekili seçilmiştir. Üç dönem bu ilden mebus seçilerek Meclisteki çalışmalarını yürütmüştür. Mecliste bulunduğu sırada Ticaret Komisyonu, İktisat Komisyonu Başkanlığı ve Geçici Memur ve Harf Komisyonu üyeliklerinde bulunmuştur.
CUMHURiYETiN “DEVLETÇi iKTiSAT BAKANI
1929 yılında yaşanan buhranda liberal devletlerde yaşanan büyük çöküş, Türkiye’nin ancak devletçi politikalar sayesinde kalkınacağını göstermiştir. Bu politikaların uygulayacak kişi olarak Mustafa Şeref Özkan görüşmüş ve V. İnönü Hükümetince Eylül 1930’da İktisat Bakanı olarak ataması yapılmıştır.
Bilsay Kuruç’a göre; Mustafa Şeref Özkan, sermaye birikimini yaratmak, korumak ve büyütmek için akılda tutulması gereken konular şöyle sıralamıştır:
1. Dış açık vermekten sakınmak,
2. Sanayii, bankacılığın yedeğine takmamak ve ikisini ayrı tutmak,
3. Yerli hammadde kullanmak,
4. Çağdaş bir çalışma düzeni kurmak
Sanırım yukarıda sıralanan bu 4 madde şu sıralar ekonomik krizden geçen ülkemizin yeniden gönenç içinde yaşaması için uygulanması gerek reçete niteliğindedir.
Bakanlığı döneminde, devletçilik, ekonomik ilke olarak ilk kez Cumhuriyet Halk Fırkasının 1931 yılında yapılan Üçüncü Kurultayında parti programına alınmış ve resmi bir iktisat politikası olmuştur.
Metin Kopar; Mustafa Şeref Özkan’ın çalışmaların üç madde halinde şu şekilde özetlemiştir: Birincisi, Sovyetlerden alınan 8 milyon dolarlık kredi 1932 yılı itibariyle kullanılmaya başlamıştır. İkincisi, 1932 yılında, Prof. Orlof başkanlığında bir Sovyet Heyeti ülkeye davet edilerek heyetin yapmış olduğu incelemeler sonucunda bir rapor hazırlayarak 1932 sonbaharında başbakanlığa sunulmuştur. Üçüncüsü ise 1932 Temmuz’unda Mustafa Şeref Özkan öncülüğünde hazırlanan yasa taslakları TBMM’ye sunulmuş ve kabul edilmiştir. Tarihe Temmuz Kararları olarak geçen bu düzenlemeler ile Sanayi ve Maadin Bankası ikiye ayrılarak yerine, Devlet Sanayi Ofisinin yanında Sanayi ve Kredi Bankası kurulmuş ve Sanayi Bakanlığında yeni bir dönem başlamıştır.
Devrimci bakan düzgün bir çalışma yasası olmadan ülkede huzurun olmayacağının da farkındadır. Bu nedenle döneminde iş kanunu ile ilgili ciddi çalışmalar yapmıştır. Şeref Bey Mecliste yaptığı bir konuşmada çalışma kanunun bitmek üzere olduğundan bahsederek, devamında bugünkü iş sağlığı güvenliğini de açıklayan şöyle bir konuşma yapmıştır: “İş kanunu içtimaî sulh ve müsalemetin yasasını kuran bir kanundur. Bu kanunla kadın ve çocuklar gibi zaiflar himaye edilir. Ücretler teminat altına alınır. Çalışırken kazaya uğramış olan amelenin alil olarak sokaklarda kalmasına mani olacak kanunî müeyyideli tedbirler alınır. Onlar için hayatının sonuna kadar irat almak imkânları temin olunur.”
1930-32 yılları arasında İktisat Bakanlığı yapan ve devletçilik uygulamalarını başlatan Mustafa Şeref Özkan bakanlığı döneminde yaptıkları ile geleceğe yönelik kalıcı etkiler bırakmıştır.
M. Şeref Bey, Osmanlı döneminde de Cumhuriyet döneminde de ikişer yıl bakanlık görevlerinde bulunmuş; bu kısa süre içerisinde çok büyük projelere imza atmıştır.
10 Eylül 1938’de öldüğünde, onun ardından yazan Munib Hayri Ürgüplü, şöyle demektedir: “Mustafa Şeref Özkan’ı anlamak bir şeref ve anlatmak bir mazhariyettir (yücelme).”
Mustafa Şeref Bey’den bakanlığı devralan Celal Bayar, günümüzde bayraklaştırılırken, ülke kalkınmasına büyük katkılar sağlayan, çalışma yasasının temellerini atmış bu büyük şahsın unutturulmaya çalışılması da bilinçli bir politikanın ürünü olarak görülmelidir.
Mustafa Şeref ve unutulan devrimcilerin ismi, kütüphanelere, kültür ve araştırma merkezlerine verilmeli, adlarına yüksek lisans, doktora tezleri yazılmalı makale yarışmaları açılmalı, ekonomi ödülleri verilmeli ve bu sayede cumhuriyetçiler kendi köklerine sahip çıkmalıdır. Büyük cumhuriyet devrimcilerine saygıyla…

Not: Yazının kısa hali 25.05.2022 tarihinde Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanmıştır.

Muammer Aksoy: Laikliğe çağrı

Muammer Aksoy
Muammer Aksoy, yetkin bir hukukçu olmanın yanı sıra bir eylem ve mücadele adamıydı. Ömrünü tam bağımsızlık ve laiklik gibi Atatürkçü düşüncenin önemli yapıtaşlarını anlatmakla, korumakla ve güçlendirmekle geçirdi. Bu mücadelesinin ne kadar etkili olduğu görüldüğü için 32 yıl önce bugün katledildi.
Günümüzde laiklik savunusu yapması gereken kesimlerin, muhafazakârlardan oy alamama kaygısıyla laikliğe karşı yapılan birçok eyleme ses çıkarmaması, hatta laikliği ilahiyatçılara bırakması karşısında Muammer Hoca, geçmişten günümüze ders vermeye devam ediyor. Muammer Hoca, Atatürk devrimleri içinde neden tam bağımsızlık ve laikliğe önem verdiğini: “Laiklik Devrimi, Atatürk’ün Türk toplumuna yaptığı hizmetlerin -tam bağımsızlık yanında- en büyüğü, hem devlet ve hukuk alanındaki devrimlerinin, hem de sosyal ve kültürel alandaki devrimlerin gerçek çekirdeğidir. ‘Tam Bağımsızlık’ dışında hiçbir Atatürk ilkesi ya da adımı laiklik ilkesi kadar çok yönlü değildir ve yine -tam bağımsızlık ilkesi dışında- hiçbir konuda Atatürk, laiklik ilkesinde olduğu kadar titiz davranmamış, bıkmadan usanmadan aynı konuyu işlememiştir” diye anlatıyordu hem yazılarında hem de yaptığı konuşmalarda.

‘ÖNCÜ SAVAŞI’

Muammer Aksoy, kaleme aldığı “Laikliğe Çağrı” metninde, çok önemli konulara dikkat çekmiştir. Türkiye için irticadan daha büyük hatta ona yakın hiçbir tehlike söz konusu değildir” diye yazmıştır. Bu metinde dikkat çekilen iki konu türban ve Ayasofya’nın ibadete açılmasıdır. Aksoy’un otuz küsur yıl önce dikkat çektiği konulardan türban konusu, günümüzde konuşulması nerdeyse yasaklanmış bir konudur. Aksoy, Türban için verilen mücadeleyi, şeriat devleti doğrultusunda mücadele edenlerin bir öncü savaşı olarak başlattıklarını vurgulamıştır. 

LAİKLİĞE ATILAN TOKAT

Muammer Aksoy, Ayasofya’nın müzeden camiye çevrilmesini de laikliğe atılan bir tokat olarak nitelemiştir; kaleme aldığı metinde ve şöyle demiştir: “Bunun amacı namaz kılacak yer bulmak değildir. Bugün 70 bin camiye (günümüzde 110 bin civarı) sahip olan Türk toplumunun, Bizans’ın yaptırdığı bir kiliseyi camiye dönüştürme zorunluluğuyla karşı karşıya bulunduğunu, aklı başında hiçbir kişi iddia edemez. Bu eylem yalnızca Atatürk’ün kabul ettirdiği ve Türk halkının dünyanın gözünde layık olduğu yere yükselmesine katkısı bulunan uygarca bir tarihsel jeste, dolayısıyla laiklik ilkesine tokat atmak gibi olumsuz bir amaç gütmektedir.”

Laikliğin olmadığı Müslüman bir toplumda demokrasi ve insan hakları kalmayacağını da belirten Muammer Aksoy, ta o günden bugüne yaşanılan tek adam rejimini görmüş gibi şöyle yazmıştır: “Büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede, laiklik ilkesi yok edildiği, hatta sadece önemli ölçüde zedelendiği zaman, ne halk egemenliği ve demokrasi ne de insan hakları ve hukuk devleti ayakta kalabilir.”

CESARETE DAVET

Laikliğe karşı eylemlerin odağı olmaktan ceza almış bir partinin 20 yıldır yönettiği ülkemiz, ne yazık ki laiklikten çok ama çok uzağa sürüklenmiştir. Muammer Aksoy ve Atatürkçü aydınları katledenler, siyasal İslamcıların önünü açmışlardır.  Aksoy, Laikliğe Çağrı metninin sonunda halkımızı şu sözlerle örgütlenmeye çağırmıştır: “Uygarlıktan yana olanlar da gerilikten yana olanlar kadar yürekli ve özverili olmadıkça, Türkiye’nin aydın ufuklara doğru gidişi sürdürülemez, hatta ortaçağ karanlığına gömülmesi önlenemez.”

31.01.2022-Cumhuriyet

MAHMUT ASLAN

LAİKLİĞE ÇAĞRI BİRLİKTELİĞİ

YÜRÜTME KURULU ÜYESİ

CELAL ŞENGÖR’ÜN CEHALETİ