19 Aralık 2023 Salı

CELAL ŞENGÖR’ÜN CEHALETİ

 

Celal Şengör ve İlber Ortaylı ikilisi ülkenin popüler bilim insanlarıdır. Ne hikmetse birçok konu da ahkâm kesmekte hatta birçok kişiyi cahil olmakla nitelemektedirler.  

Yazar Taylan Kara’nın 2018 yılında yazdığı gibi: “Cumhuriyetçi, Atatürkçü, Kemalist kitlelerin düşünsel önderleri Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu gibi yazarlar sırayla katledildi. Bu bir dönüştürmedir. Bugün, sağdan sola siyasal yelpazenin değişik yerlerinde duran A. T. Kışlalı, U. Mumcu, B. Üçok, Türkan Saylan, N. Hablemitoğlu gibi aydınların boşalttığı yerlere Celal Şengör ve İlber Ortaylı gibi yazarlar konumlanmıştır. Cumhuriyetçi, Atatürkçü ve Kemalist kitleler artık bu kişilerin düşüncelerini dikkate almaktadır.” (Bu önemli yazının linkini meraklısı için kaynakça bölümüne bırakıyorum.)

Gerçekte bu isimler bu kadar değeri hak ediyor mu ve bu ikiliye aydın denilebilir mi?

Öncelikle Aydınlanma ve aydın tanımları birbiri ile ilişkilidir. Anlatıya buradan başlamak lazım…

Batı toplumu Ortaçağ gibi bir karanlıkta yaşarken nasıl olmuştur da bugün “Batı medeniyeti” dediğimiz, gelişmiş bir medeniyete ulaşabilmiştir? Bu süreç kolay olmamış, bu medeniyet, üç yüzyıl boyu süren bir çatışma sonucunda oluşmuştur. “Batı toplumu vaktiyle akılcı yaşamdan uzak ve karanlıklar içinde bocalarken, ‘insan sevgisi’ duyguları ile dolu aydınlar sayesinde bu karanlıktan kurtulup hümanizmaya ve Akıl Çağı’na ulaşmış ve uygarlaşmıştır” der Prof. Dr. İlhan Arsel (Arsel, 1993, s. 3).

Bu süreç 14. yüzyılda Rönesans ile başlamış ve 17.-18. yüzyıllarda aklın üstünlüğü fikrinin egemen olması ile Akıl Çağı’nın yerleşmesi şekline dönüşmüştür. “Aydınlanma” ise 18. yüzyılda gerçekleşen ve sonuçları itibarıyla Avrupa’nın her tarafında etkili olan, geleneksel olarak 1688’deki İngiliz Devrimi’yle başlatılıp 1789’daki Fransız Devrimi’yle bitirilen felsefi bir hareket ve daha da önemlisi, bu hareketin sonuçlarıyla belirginlik kazanan toplumsal ve siyasal bir süreçtir (Çiğdem, 2015, s. 13-14).

Aydınlanma; aklın kullanımıyla, geçmişe ait inanç, pratik, kurum ve düşünce sistemlerine yöneltilen eleştirinin, bireyciliğin, ilerleme fikrinin ve bilime olan inancın hâkim olduğu bir felsefedir. Aydın da işte bu aydınlanma mücadelesinin ve felsefesinin ortaya çıkardığı insandır. İlhan Arsel, bizlerin aydın kavramından bihaber olduğumuzdan bahseder (Arsel, 1993, s. 11). Yine aynı şekilde Yazar Sadık Usta da OdaTV’de “Aslında kime ‘aydın’ denir?” başlıklı yazısında, Türkiye’de birbirinin yerine kullanılan aydın ve entelektüel kelimelerinin aslında farklı anlamlar taşıdığını detaylı bir şekilde anlatır. Her entelektüel aydın sayılabilir mi? Aydın olmak için ne yapmak gereklidir? Batılı yazarlar aydını “sorgulayan, itiraz eden, görüş ve fikir üreten, mevcut düzenden farklı düşünen kişi” olarak tarif eder; hatta Jean-Paul Sartre, “eylemde bulunan”ı da ekler bu niteliklere. Sonra da şunu yazar: “Entelektüel (aydın) kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan insandır” (Sartre, 2000). 

Server Tanilli’nin belirttiği gibi “Aydınlanma, diğer Batılı ülkelerde olduğu gibi III. Selim’den günümüze, doğaya, tarihe, topluma ve insana, ilerici ve durumuna göre devrimci bir yoğrulma ile başlamıştır. Akla, bilime ve ilerlemeye inanmak, despotluğa, bilgisizliğe ve bağnazlığa karşı çıkmak; eski düzenin köhnemişliklerinin yerine değişen çağın dayattığı yeni fikir ve kurumları geçirmek, aydınların başta gelen kaygıları olmuştur. O tarihlerden başlayıp 20. yüzyılı da içine alacak biçimde yaklaşık 200 yıllık serüven, sarsıp silkeleyen gelgitleriyle ve insafsız bir tarih ortamında, gitgide mevzi kazanan bir demokratikleşmenin ve laikleşmenin damgasını taşır” (Tanilli, 2006, s. 7).

Bu tanımların ışığında hiçbir toplumsal destopluğa karşı çıkmayan; hatta yüzbinlerce insanın hayatını karartan darbeci Kenan Evren’i göklere çıkaran Şengör ve nabza göre şerbet vererek geçmişte FETÖ okullarını öven Ortaylı aydın sayılmaz.

Bir bilim dalında kariyer yapmanız, hatta o dalda dünyada sayılı bilim insanlarından olmanız sizin her konu da doğru bilgiye sahip olduğunuz anlamına gelmemektedir.

FRANSIZ DEVRİMİ AKLI ÖLDÜRDÜ MÜ?

Celal Şengör’ün geçtiğimiz gün Fransız Devrim’i ve sonuçları ile ilgili yaptığı açıklama ise tam bir cehalet örneğidir. Fatih Altaylı’nın “Teketek Bilim” programında Şengör ana hatları ile şunları söylemiştir:

“Fransız ihtilali insanlık için bir felaket olmuştur. Bakın İngilitre aydınlanmayı yaşadı ama birbirlerini yemediler. 17. Yüzyılda kralın kafasını ketiler çok kısa sürede anladılar ki bu iş olmuyor. Onun için II. Charles çağırıp davet ettiler, lütfen gel kralımız ol diyerek… Aydınlanma aklı öne çıkarıyor. Fransız ihtilali aklı öldürmüştür. Her cephesi ile öldürmüştür. Akademiyi kapatıyor, büyük ekolleri kapatıyor. Sorbonne kapatmaya kalkıyor yahu. Ayak takımına iktidarı verirsen işte bu günkü dünya olur.”

Bu açıklamanın neresini tutsanız elinizde kalır.

İngiltere'de yaşanan anayasal monarşi Cromwell liderliğindeki monarşiye karşı olan Parlamento yanlısı güçlerin yükselmesi ve İngiliz İç Savaşı'nda elde ettiği zaferlerle bağlantılıdır. Bu süreç Fransız Devrimi kadar kanlı olmuştur.

II. Charles'ın tahttan indirilmesi ve ardından gelen Commonwealth ve Protectorate dönemi, monarşinin gücünün geçici olarak ortadan kaldırılmasına neden oldu. Kısacası İngilteredeki monarşi II. Charles’ın tahtan indirilmesi sonrası gücünü kaybetmiştir.

Fransız Devrimi akılcılığın bir ürünü müdür? diye ChatCPT’ye sorduğumda şu cevabı aldım:

  1. Aydınlanma Düşüncesi: Fransız Devrimi'nin öncesinde, Aydınlanma Dönemi'nde filozoflar, bilim insanları ve yazarlar, akıl, özgürlük, eşitlik ve adalet gibi temel kavramları vurgulayan düşünceleri ön plana çıkarmışlardır. Aydınlanma düşüncesi, despotizme ve ayrıcalıklı sınıfların hâkimiyetine karşı çıkan bir eleştiri sunmuştur.
  2. İnsan Hakları Bildirisi: Fransız Devrimi'nin ilk aşamalarında, 1789'da kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi (Déclaration des Droits de l'Homme et du Citoyen), akılcılığın etkisi altında kaleme alınmıştır. Bu bildiri, evrensel hakları ve özgürlükleri vurgulayarak, insanların doğuştan gelen haklarına saygı gösterilmesi gerektiğini savunmuştur.
  3. Laikleşme Politikaları: Fransız Devrimi sırasında, kilise ile devlet arasındaki güç ilişkilerinde akılcılık etkili oldu. Kilisenin siyasi ve ekonomik ayrıcalıkları sınırlandı ve devlet, laikleşme politikalarını benimseyerek kilisenin etkisini azalttı.
  4. Medeni Kanun ve Hukuk Reformları: Napolyon Bonaparte döneminde (1804), Fransız Devrimi'nin getirdiği akılcı düşüncelerle uyumlu olarak Medeni Kanun (Code Civil) oluşturuldu. Bu hukuk reformu, eşitlik, özgürlük ve mülkiyet haklarına dayanarak modern bir hukuk sistemini temsil etti.
  5. Eğitim Reformları: Fransız Devrimi sırasında eğitim sistemi üzerinde yapılan reformlar, akılcılığın etkisiyle şekillendi. Eğitim, laikleştirildi ve halkın eğitimine daha fazla önem verildi.

Bu örnekler, Fransız Devrimi'nin akılcılığın etkisi altında gerçekleşen bir dönem olduğunu göstermektedir. 

Her yerde sulu gözlerle Atatürk’ü takip edin diyerek ağlayan bu zatın Atatürk’ün Fransız Devrim’inin bir ürünü olduğunu bilmemesi de ayrı bir ayıptır. Bu noktada Şengör’e Zafer Toprak’ın “Atatürk ve Kurucu Felsefenin Evrimi” kitabını öneririm.

Server Tanilli’nin “Dünya’yı Değiştiren 10 Yıl” kitabının önsözünde değindiği gibi “Fransız Devrimi insan hakları, eşitlik, akılcılık ve laiklik adına yapılmıştır. Bastille’i yıkanlar önceklikle bunun için yıkmıştır. Fransız Devrimi çağımıza açılan büyük kapıdır, Veyl bu kapıdan girmeyenlere!

 

Kaynakça:

Arsel, İ. (1993). Aydın ve Aydın. İstanbul: İnkılap

Çiğdem, A. (2015). Aydınlanma Düşüncesi. İstanbul: İletişim.

Sartre, J. P. (2000). Aydın Üzerine. İstanbul: Can

Tanilli, S. (2006). Türkiye’de Aydınlanma Hareketi. İstanbul: Alkım Yayınları.

Tanilli, S. (2007). Dünyayı Değiştiren 10 Yıl. İstanbul: Alkım Yayınları.

https://www.taylankara.com/post/o-makale-yeniden-g%C3%BCndemde-i%CC%87lber-ortayl%C4%B1-ayd%C4%B1n-m%C4%B1

22 Kasım 2023 Çarşamba

Laik eğitim için top yekün mücadele!

 İslam coğrafyası içinde akıl, bilim ve aydınlanma yoluna tam olarak girebilmiş; çağın gereğine uyarak hukuk düzenini, eğitimi ve devleti laikleştirme cesaretini gösterebilmiş tek ülke Türkiye’dir. Bunu Atatürk’e ve yaptığı devrimlere borçluyuz ve yapılan devrimlerin önemi günümüzde daha çok anlaşılmıştır. Cumhuriyetin 100. Yılı kutlamalarında ve Atatürk’ün ölüm yıl dönümü olan 10 Kasım’da milyonların kendiliğinden Anıtkabir’e gitmesi de bundandır.

Laik devletten ve laik hukuktan uzaklaşmak ülkemizi bir uçuruma sürüklemektedir.
Cumhuriyet döneminde 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla başlayan eğitimde lâikleşme süreci 1929-1931 yılları arasında kademeli olarak okullarda din derslerinin müfredat programlarından çıkartılmasıyla tamamlanmıştır.
Ne yazık ki ikinci dünya savaşı sonrası dönemde erken çok partili hayata geçiş ile karşı devrimin hızlanmasını sağlamış, kurucu parti laik eğitimden taviz vermesine rağmen seçimleri kazanamamıştır. Bu durum Orhan Veli’ye şu satırları yazdırmıştır:
“Seçimler bitti.
Demokrat Parti, Halk Partisi’ni korkunç bir bozguna uğrattı. Oysaki Halk Partisi, halkın kazanacağını umarak, fikirleriyle prensiplerinden son zamanlarda ne fedakârlıklar etmişti. Bütün yayınlarına göz yumulan din dergileri, okullara konan din dersleri, yeniden açılan ilahiyat fakülteleri, imam hatip kursları, türbeler, şahsi sermayeye sağlanan imtiyazlar, her türlü irticaa tanınan haklar… Hiçbiri kâr etmedi.
Zavallı Halk Partisi.”
EĞİTİMDE DİNSELLEŞME HIZLA SÜRÜYOR
1946’da başlayan karşı devrim süreci her alanda olduğu gibi eğitim alanında hızla sürüyor ve buna karşı toplumsal muhalefetin yeterli mücadele vermediği de somut bir gerçek.
2012-2013 Eğitim döneminde kesintisiz sekiz yıllık eğitimin kaldırılması sonrası 4+4+4 şeklinde formülize edilen 12 yıllık kesintili eğitim ile eğitimde dinselleşme ve piyasalaşma hızlanmıştır. Bu yasa ile çok sayıda kız çocuğu eğitimden uzaklaşmış ve çocuk işçilikte artmıştır.
4+4+4 ile başlayan süreçte laik ve bilimsel eğitimde olmaması gereken “zorunlu din dersi” uygulamasına ek olarak seçmeli ders adı altında çok sayıda dini içerikli zorunlu din dersi eklenmiştir.
Eğitimde dinselleşmenin bir başka boyutunu da ÇEDES (Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum) projesi oluşturmaktadır. Proje kapsamında “manevi danışman” olarak görevlendirilen imam, vaiz, din hizmetleri uzmanı ve Kur’an kursu hocaları, MEB okullarındaki öğrencilere “değerler eğitimi” veriyor. MEB bütçesini kullanan DİB, 4-6 yaş kuran kursları için Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bütçesinden de milyonlarca lira teşvik almaktadır.
Geçtiğimiz günlerde bir gurup aydın tarafından kurulan Laiklik Meclisi’nin yayınladığı “Laiklik Meclisi’nin Eğitimde Gerici Müdahalelere Karşı Tavrı Açıktır” başlıklı açıklamada çok çarpıcı noktalara değinilmektedir. Açıklamada yer alan verilere göre 2023 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından açılan yaz kuran kurslarına giden öğrenci sayısı üç milyona ulaşmıştır. Bunlara bir de tarikatların kaçak kuran kursu öğrencilerini ekleyin bu sayı çok daha fazla olacaktır.
ÇEDES ile okullara giren din görevlileri, tarikat ve cemaat yurtlarında sıkça rastlanılan cinsel istismarı okullara da taşımıştır. Şanlıurfa Akçakale müftüsü ÇEDES protokolü kapsamında sözde değer eğitimi için gittiği bir okulda cinsel istismar iddiasıyla tutuklanmıştır. Çocuklar için güvenli bir yer olması gereken okullar görüldüğü gibi çocuklarımız için tehlike oluşturan bir yer olmuştur.
ÇEDES uygulaması, 4+4+4 ucube eğitim sistemi, zorunlu ve seçmeli (zorunlu) din dersleri Anayasamızın 2’nci, 24’üncü ve 42’nci maddelerine ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’na da aykırıdır.
Bugünden itibaren ana muhalefet partisinin, toplumsal muhalefetin ve velilerin laik ve bilimsel eğitim mücadelesine daha fazla katılması ve bu dinci, gerici kuşatmaya karşı çocuklarının hakkını savunması gerekmektedir.
Mahmut Aslan 23.11.2023

15 Kasım 2023 Çarşamba

Cuma genelgesi, Bahriye Üçok ve unutulan laiklik

 Diyanet İşleri Başkanlığı 4 Ağustos tarihli cuma hutbesinde, “İşyerlerimizdeki mesai saatlerini, okullarımızdaki ders programlarını cuma namazının vaktine göre düzenleyelim” diyerek kuruluş amaçlarının dışına çıkmıştır. Bu hutbeyle devlet yönetiminin ve hukuk sisteminin, dini kurallarla belirlenmesi açıkça istenmektedir.

Cuma günleri öğle tatilinin ibadet hürriyetini engellemeyecek şekilde kullanılabilmesine olanak sağlamak amacıyla “cuma izni ile ilgili 2016/1 sayılı başbakanlık genelgesi” dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun imzası ile yayımlandı. Bu genelge yürürlükteki anayasaya aykırıydı. O dönemde bir grup aydın ve demokratik kitle örgütünün oluşturduğu “Laikliğe Çağrı” birlikteliği, cuma namazına göre mesai düzenlemesinin iptali için Danıştay’a başvurdu. Dilekçede bu yetkinin başbakanlıkta değil, 657 sayılı kanunun 100. maddesi gereği bakanlar kurulunda olduğu vurgulanırken “Amaç inanç özgürlüğü adı altında, laik hukuk sisteminin delinmesidir. Gelecekte ramazan ayı için de günlük çalışma saatlerinin kaydırılarak kullanılması gündeme taşınacaktır” denilmişti. Bu konuda hem Danıştay hem de Anayasa Mahkemesi’nden ret alındı ve konu AİHM’ye taşındı.

Laiklik ilkesini amblemine kazıyan CHP yönetimi ise “aman bize dinsiz derler” kaygısıyla bu konuda sessizliğe bürünmüş ve genelgenin iptali için hiçbir adım atmamıştır.

Ders niteliğinde makale

Biz aydınlarımızı genelde ölüm ya da doğum günlerinde anmayı seven bir toplumuz. Oysaki Bahriye Üçok, Turan Dursun, İlhan Arsel gibi Cumhuriyet aydınları bugün yaşananlara ilişkin konuyla ilgili alınması gereken tutumları o günden yazmış ve yol gösterici uyarılar yapmışlardır.

Bahriye Üçok, 28 Haziran 1974’te Milliyet gazetesinde “İslam Dini Cuma Günü İçin Ne Buyurur” başlıklı bir yazı yayımlamıştır. Makale, Meclis’te verilen cuma günleri tatil olsun önerisi üzerine yazılmıştır. Makalenin başında bu önergenin 1961 Anayasası’nın laiklik ilkesi ile ilgili maddelerine açıkça aykırı olduğundan bahsedildikten sonra İslam dininde de bir hafta tatili olmadığından bahsedilmiştir.

Medreselerin tatil günü salı

Üçok’un, makalesindeki bir bölüm ise oldukça şaşırtıcı bilgiler içeriyor:

...Osmanlı İmparatorluğu’nda resmi daireler çarşamba günü tatil edilirdi; sonradan bu çarşamba perşembeye alınmış, bu da 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar sürmüştür. Bu tarihten sonradır ki cuma günü, yalnız resmi daireler için tatil günü olarak kabul edilmiştir. Dairelerde önceleri çarşamba sonraları perşembeleri tatil yapıldığı halde medreselerde asıl tatil günü ayrı bir güne salı gününe konulmuştur. Cuma gününün yalnız resmi daireler için değil bütün halk için genel bir tatil olarak kabul edilmesi Cumhuriyetten sonra çıkarılan 2 Ocak 1924 tarih ve 394 sayılı “Hafta Tatili Kanunu” ile olmuştur. Ancak cuma günü tatil olarak sürdürülmesi 2739 sayılı ve 1 Haziran 1935 tarihli “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun”un gerekçesinde bildiren kayıplara sebep olduğundan hafta tatil pazar gününe alınmıştır.

Dönemin CHP senatörü Üçok, yazılarında ve senato kürsüsünde canı pahasına; laiklik karşıtı faaliyetler üzerinde partisi adına tepki koyabilmektedir. Günümüzde ise bu tür eylemlere güçlü bir tepki verilmemesi; laiklik karşıtlarının güç bularak laikliğe karşı her türlü eylem ve etkinliği yapmalarına zemin hazırlamaktadır. Bu durum bizi umutsuzluğa sürüklememelidir. Çünkü Üçok gibi aydınların izinde milyonlar var. Yapılması gereken laikliği savunacak güçlü örgütlü bir iradenin çıkması için uğraş verirken CHP yönetimine unuttuğu laikliği yeniden hatırlatmak olacaktır.

Mahmut Aslan - Cumhuriyet Gazetesi- 15 Ağustos 2023

7 Kasım 2023 Salı

CHP’de DEMOKRATİK DEĞİŞİM! (2)



14 ve 28 Mayıs seçimlerinde yaşanan yenilgiler, dinci, gerici partilere verilen 39 milletvekili vb. olaylar sonrasında değişim talepleri yüksek sesle söylenmeye başlamıştı.


Aylardır süren bu tartışmaların sonucunda CHP’nin 38. Kurultayı bu hafta sonu Ankara’da yapıldı. Kurultay sonucunda da 13 yıllık Genel Başkanlık koltuğunda oturan Kemal Kılıçdaroğlu, koltuğu Özgür Özel’e bıraktı.


KURULTAY SALONUNDAN İZLENİMLER


Sabahın ilk saatlerinden itibaren Kemal Bey taraftarlarınca salon doldurulmuştu. Özellikle Adana ve Mersin’den getirilen amigolar salonu domine etmişti. Bu gerçeği bildiği için konuşma serancamı bozulan Özgür Özel, Adana Belediye Başkanı Zeydan Karalara dönerek, o kitlenin susturulmasını istedi.

İmamoğlu’nun kurultaydaki en etkili isim olduğu salona girdiği andan itibaren aldığı alkıştan belli olmuştu. Her iki Genel Başkan adayından da fazla ilgi gördü.

Salondaki pankartlardan, anonslara her şey mevcut genel başkanın lehineydi yani antidemokratikti. Bu durumun bir sonraki kurultaylarda yaşanmamasının sağlanması gerekiyor.

Konuşmalar sırasında delegelerin alkışlarından ve tutumlarından yarışın ortada olduğu görülüyordu.

İmza sayıları açıklandığı an etrafımdakilere dönüp Özgür Özel seçimi kazandı dedim. Mevcut genel başkan fazla imza almasına rağmen seçimi Özgür Bey’in kazanacağını şundan dolayı söylemiştim. Daha önceki kurultaylarda az imza alan muhalefet adayı sandıktan çok daha fazla oy almıştı. Mevcut yönetimin gücü ve baskısı ile imza veren kurultay delegeleri her dönem sandığa gidince iradesine ipotek koyanlara karşı tepkisini göstermişti. Seçim sonucu da aynı durumun devam ettiğinin en büyük göstergesi oldu.

Kemal Kılıçdaroğlu haftalık grup toplantındaki konuşmalarına benzer bir konuşma yaptı. Demokratik yarışta karşısına çıkanlar için kullandığı “sırtımdan hançerlendim” sözleri ise salonun belli bir bölümünden alkış alsa da tepki sessiz kitlenin tepkisini almıştı.

Seçim sonrasında ‘değişim isteyenler değişmeyenlerdi’ sözleri haklıydı ama unuttuğu bir şey vardı o değişmeyenleri oralarda tutan kendisiydi ve delegede bunun bilincindeydi.

Kendisine gelen sağa kayma eleştirilerine karşı verdiği solu hayırseverliğe indirgeyen örnekler ise solu bilmediğinin göstergesiydi. 

Özgür Özel’in konuşması çok ateşli olmasa da “danışmanlar “ meselesi çokça alkışlandı. Onun dışında ön seçim, bütün üyelerle elektronik anketlerin yapılması, meslek kotası, Devlet yardımından örgüte verilen pay iyileştirilmesi gibi vaatleri önemliydi.


SEÇİM SONUCU


Özgür Özel 682, Kılıçdaroğlu ise 664 oy aldı. Birinci turda tüm delegenin yarısından bir fazla, salt çoğunluk olan 685 oy sağlanamadığı için seçimler ikinci tura kaldı. Seçim ikinci tura kaldığı andan itibaren Kılıçdaroğlu çekilmeliydi. Seçimlerini kaybetmesine sebep olan danışmanların ve başkan yardımcılarının baskısı sonucunda çekilmeyerek büyük bir hata daha yaptı ve aradaki oy farkı açıldı.  İkinci turda Özgür Özel, 812 oyla CHP genel başkanı seçildi. 

CHP’de Özgür Özel’in seçilmesi ile sonuçlanan demokratik değişim Baykal ve Kılıçdaroğlu dönemlerinde genel başkanların kurultaylarla değişmeyeceği algısını yıktığı içinde önemlidir.

Özgür Özel’in,  verdiği sözlerin ne kadarını yapıp yapmadığını ve neleri değiştirip değiştiremeyeceğini, zaman içerisinde hep birlikte göreceğiz.


Mahmut Aslan

23 Temmuz 2023 Pazar

Kamu işçisi günden güne yoksullaşıyor!

 AKP hükümetinin uyguladığı yağmaya dayalı ekonomik programlar bütün emekçilerin milli gelirden aldığı payın düşmesine sebep olmuştur. DİSK’in raporuna göre son iki yılda emeğin milli gelirden aldığı pay yüzde 39’dan 31’e gerilemiştir. Bu oran son aylarda hızla aşağı gitmektedir.

Ülkemizde işçi sendikalarının durumu da ortadır. 20 işkolunda 218 sendikanın sadece 60 kadarı sözleşme yapabilmektedir. Toplam işçi sayısının da sadece yüzde 10 kadarı toplusözleşmelerden yararlanmaktadır.

Toplusözleşmelerden yararlanan büyük bir kesim kamuda çalışan işçilerden oluşmaktadır. Kamuda çalışan işçilerin büyük kısmı ise belediyelerde istihdam edilmektedir. DİSK/ Genel-İş Sendikası’nın 2021 “Genel İşler İşkolunda İstihdam Raporu”na göre belediyelerde çalışan toplam işçi sayısı 876 bindir. Özel sektörde sendikalaşmanın zorluğu ise her gün gazetelerden okuduğumuz “Sendikaya üye oldu” diye işten atılan işçilerin eylem haberlerinden bile anlaşılmaktadır.

MAAŞLAR HIZLA ERİDİ

Kamu işçilerinin toplusözleşme yapmaları onların durumunun iyi olduğu anlamına gelmemektedir. Tabii bu durum geçmiş yıllarda böyle değildi. Önceki yıllarda belediyede çalışan ihaleli personel (kamuoyu bunu taşeron işçi olarak bilmektedir) asgari ücretin katları üzerinden maaş almaktaydı. Örneğin üniversite mezunu bir işçi asgari ücretin iki katı bir ücret ve üstüne yol, yemek paralarını alıyordu. AKP’nin kamuda taşeronu kaldırdık yalanı ile bu da ortadan kaldırıldı ve işçilerin maaşlarının hızla erimesine neden oldu.

Son iki yılda kamu işçisinin yoksullaşmasını hızlandıran ana etken ise halk arasındaki tabiri ile enflasyon canavarı oldu. Sahte enflasyon rakamları emekçilerin maaşlarının daha az artmasına neden olmaktadır. Resmi enflasyon verileri, çarşı pazardaki enflasyonun yarısını bile yansıtmamaktadır. Bu nedenle CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçen aylarda TÜİK önünde yaptığı açıklama çok önemliydi. 

ENFLASYON FARKI UYGULAMASI

Hem asgari ücret çarpanlarının kaldırılması hem de enflasyonun altında alınan zamlarla kamu işçisi birlikte çalıştığı memurların yarısı kadar ücret almaya başlamıştır. Sendikalar ise siyasi partilerden bağımsız davranamadığından bu duruma ciddi tepki verememektedir.

2023 yılında seçimi kazanacağı tahmin edilen Millet İttifakı ve CHP, aileleriyle birlikte milyonları bulan kamu çalışanının yoksullaşmasına karşı kendi elinde bulundurduğu belediyelerde hiç değilse enflasyon farkı ve refah payı uygulamasını hayata geçirebilir. Bu da topluma açık olarak AKP’nin emekçileri yoksullaştıran piyasacı politikalarına karşı gerçekten alternatif olduğunun göstergesi olabilir.

MAHMUT ASLAN

Cumhuriyet Gazetesi 30 Temmuz 2022

CHP’de DEMOKRATİK DEĞİŞİM

14 ve 28 Mayıs’ta, - kimilerine göre Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimleriydi - CHP başarısız oldu. Parlamentoda milletvekili sayısı düştü, siyasal İslamcı gelenekten gelen partilere, oy getirmemelerine rağmen, 38 milletvekili verdi ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanamadı. Bu tablodan, hiçbir bilimsel izahı yokken başarı çıkarmaya çalışmak, çağdaşlaşmadan yana milyonlarca insanın aklı ile dalga geçmektir.

CHP’nin seçimleri kazamamasının ana nedeni yapısal sorunlarıdır:
- Tarihsel kimlikten uzaklaşma: Türkiye’de özgül olarak CHP’nin kurduğu Atatürkçülük, sosyal demokrat düşünce ve sol değerlere dayalı merkez sol siyaseti, bizzat CHP dolduramamaktadır. Boşluk, liberaller, ikinci cumhuriyetçiler, merkez sağcılar, laiklik ve Atatürk ile sorunu olanlarla ikame edilmeye çalışılmaktadır.
- İçe dönük örgüt yapısı: CHP örgütleri içe dönük, eskimiş, inançsız ve hantaldır. CHP örgütleri bu yapısı ile hızlı organize olamamakta sandıklara bile sahip çıkamamaktadır. Bu yapıdan doğan parti yönetimi seçmenle kavgalıdır. Sosyal medyadan da görüleceğe üzere halkımızın parti yönetimine güveni kalmamıştır.
- Parti içi demokrasi: CHP'de parti içi demokrasi işletilmemektedir. Atamalar ve tek aday listeleri ile yönetimler belirlenmektedir. Dün diğer liderleri “Dikensiz gül bahçesi istiyor” diyerek suçlayanlar bugün güllerde dal-kol bırakmamıştır. Bu durumda Partide baba-oğul, karı-koca, hısım-akraba kadrolaşmalarına neden olmaktadır. Çok sayıda örneği olan bu yerel ağların çarpıcı bir örneği “İlgezdi” ailesinin siyasal etkinliğidir. Bu etkinliğin sadece aile bireylerinin siyasal yeteneklerine dayandığı açıklaması “demokratik sol” anlayışla pek bağdaşmasa gerektir.
- Sınıf ve kitle siyasetinden yoksunluk: Ezilen halk kitlelerine ulaşılmaya özgülenmiş çalışmalar yapılmamaktadır. Dün solun kalesi olan varoşlar, emekçi kentleri terk edilmiştir. Emekçilerle diyalog kurulamamaktadır. CHP belediyelerindeki emekçiler asgari ücrete mahkûm edilmekte, belediye uygulamaları, bölüşüm ilişkileri yönünden AKP'den farklılaşamamaktadır.
Bunlar, yapılması gerekenleri de gösteriyor:
- CHP’de demokratik bir değişim: Kemal Kılıçdaroğlu’na düşen, demokratik bir kurultayı organize ederek, görevi yeni adaylara bırakmak olmalıdır. Kurultay demokratik bir ortamda gerçekleşmeli, delege ve oy oyunlarına izin verilmemelidir. Bu yapılamazsa 10 ay sonraki seçimlerde eldeki belediyeler de kaybedilir.
Günün ana görevi ve sorumluluğu; gerçek demokrasiyi tüm kurum ve kurallarıyla savunmak, kurumlaştırmak ve demokrasiye sosyal bir içerik kazandırmak olmalıdır. “Tek adam” zihniyetinin tezahürü olan Genel Başkana çok fazla yetki veren tüzük maddeleri değiştirilmeli, her kadro için seçim sandıkları kurulmalıdır. Bu çerçeveye uygun üye kampanyası yapılarak milyonlarca eğitimli, genç ve kadın partiye kazandırılmalıdır.
- Tarihsel kimliğe dönüş: CHP Tüzüğünde yazan Atatürkçülüğün ve sosyal demokrat düşüncelerin sentezi olan “demokratik sol” anlayış egemen kılınmalı, parti için eğitim, parti kadrolarının “demokratik sol” anlayışla donanmış “dava insanları” olmasına hasredilmelidir.
Böylelikle merkez sol siyaset yeniden yapılanabilir ve CHP bu alanda yarattığı boşluğu doldurarak yeni heyecanların, yeni umutların partisi olabilir.

Mahmut Aslan/ Siyaset Bilimci-CHP Çankaya Üyesi
Cumhuriyet Gazetesi- 10 Haziran 2023

Katliam Yapanların Avukatları Ödüllendirildi-2 Temmuz 2023 Cumhuriyet Gazetesi

 Soru: Madımak katliamını kısaca değerlendirir misiniz?

Cevap: Katliamın üstünden tam 30 yıl geçti. Madımak yanmaya devam ediyor. Kanayan, yalnızca Alevilerin değil ülkemizde emekten, demokrasiden, laiklikten yana olan tüm insanların yarasıdır. Sivas’ta katledilen canlar Türkiye aydınlanmasının yaşayan yüzlerini oluşturuyordu.
Sivas Katliamı bu boyutu ile insanlık tarihinin yaşadığı en vahşi katliamlardan biridir. İnsanlığa karşı suçtur. Bu suçu işleyerek Sivas katliamını yaşatan anlayış günümüzde ortadan kalkmadığı gibi daha da yoğunlaşarak, siyasal iktidar tekelini de eline alarak ülkeyi daha bir karanlığa sürükledi.
O gün şeriat nidaları atanların, katliamcıların avukatları ödüllendirilerek milletvekili, bakan yapıldı. Katliamı telin eden mitinglerde atılan “AKP’yi kuranlar, Sivas’ı yakanlar” sloganının sebebi de budur.
30. yılda acılarımız dinmediği gibi daha da derinleşmiştir.
Sivas Katliamını 90’lı yılların karanlığından ayırarak ele almak eksik kalacaktır. Bu katliam Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun ve Uğur Mumcu cinayetlerinin devamı niteliğindedir.
Sivas Katliamı bir kısım insanın “tahrik olması” ile ortaya çıkmadı. Aksine, aylar öncesinden organize edilen planlı, programlı bir katliamdır. 2 Temmuz tüm dünyanın gözü önünde, insanların TV’lerinden canlı yayınlarında izledikleri 8 saat süren bir katliamdır. Devletin tüm güvenlik güçleri olaya adeta seyirci kaldı. Zamanın Cumhurbaşkanı S. Demirel’in “GÜVENLİK GÜÇLERİ İLE HALKI KARŞI KARŞIYA GETİRMEYİN!” sözleri devletin seyirci kalmasını resmi olarak teyit eden niteliktedir. Aynı şekilde dönemin Başbakanı T. Çiller'in ““OTELİ SARAN VATANDAŞLARIMIZA BİR ŞEY OLMAMIŞTIR!” sözleri bir gaflet ifadesidir.
Soru: Katliam Sonrası yargı sürecinde yaşanan skandalları değerlendirir misiniz?
Sivas Katliamının insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak değerlendirilip, davanın bu kapsamda açılması ve yürütülmesi gerekirdi. Oysa katliam soruşturma ve kovuşturması sıradan bir olay gibi yangın çıkarmak sebebi ile adam öldürmek ve toplantı, gösteri yürüyüşleri kanuna muhalefet etmek suçlamaları ile yürütüldü. Bundan daha derin bir skandal olamaz. Sivas katliamı insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur, dogmatik düşüncenin sıradan bir insanın nasıl canavara dönüştürdüğünün görülmesi açısından da ibret verici bir örnektir.
Dönemin Barolar Birliği Başkanı Önder Sav ve davanın emektar avukatlarından Şenal Sarıhan, Mehdi Bektaş gibi hukukçuların özverili ve ısrarlı çalışmalarıyla dava rayına oturmuş ve sanıklar “Anayasa Düzenini ihlal” suçundan yargılanmışlardır.
Sivas Katliamı davasının hukuka, adalete ve vicdana uygun şekilde sonuçlandığını söylemek mümkün değildir. Katillerden bir kısmı yargılanmış olmakla birlikte esas olarak planlayanlar, azmettiriciler ve siyasi sorumluları halen yargı önüne çıkarılmamıştır. Geldiğimiz noktada Adalet Bakanlığının mahkemeye zamanaşımının dolacağı tarih olarak 2 Temmuz 2023'ü göstermiş olması başka bir hukuk skandalıdır. Bu kesinlikle kabul edilir bir durum değildir. Çünkü insanlığa karşı suçlarda zaman aşımı söz konusu olamaz.
Soru: Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Vakfı’nı anlatır mısınız? Nasıl kuruldu? Faaliyetleri nelerdir?
Vakfımız Pir Sultan Abdal’ın inancı, direnci ve binincini esas alarak Sivas’ta katledilen canlarımızın varlık ve düşüncelerinin anılması, yaşatılması, laiklik ve demokrasi mücadelesinin sürekli kılınması, insanlar arasında dil, din, ırk, cinsiyet ayrımı yapmaksızın bir kardeşlik dünyasının yaratılmasına katkı sunmak amacıyla kurulmuştur.
Amacımız doğrultusunda faaliyetlerimiz geniş bir alanda sürmektedir. Laiklik karşıtı düzenlemelere karşı hukuki süreç takipleri başta olmak üzere her türlü toplantı, konferans, panel ve yayın türünde faaliyetler yapmaktayız. Kurucu dernek ve vakıf başkanımız Murtaza Demir’in 1978’de başlatmış olduğu Pir Sultan Abdal’ın yurdu Sivas/ Yıldızeli/ Banaz Köyünde “Pir Sultan Abdal’ı anma etkinliklerini” sanatçı, yazar ve halkın geniş katılımı ile düzenli olarak gerçekleştirmekteyiz. Bunun dışında ihtiyaç sahibi üniversite öğrencilerine uzun yıllar burs-eğitim desteği sağlamaktayız.
Soru: Cinayetlerin aydınlatılmasında siyasilerin üstüne düşen görevi yaptıklarını düşünüyor musunuz?
Bazı katiller için verilen zaman aşımı kararına ““vatana millete hayırlı olsun” diyen bir zihniyetten siyasi cinayetleri aydınlatmasını beklemek saflıktır. Toplum vicdanında derin yaralar açmış cinayetlerin katilleri iktidarların “namus” sözüne rağmen bulunup yargı önüne çıkarılamamıştır. Uğur Mumcu cinayeti sonrası dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar faili meçhul cinayetlerle ilgili olarak Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’ya “Bir tuğla çekersem duvar yıkılır” demişti. Aydın cinayetleri ve Madımak Katliamı sonrasında o tuğlayı çekmeye kimse cesaret edememiş ve duvar günümüzde de dimdik ayakta durmaya devam etmektedir.
Soru: O tarihte Sivas Belediye Başkanı olan Temel Karamollaoğlu’yla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Dönemin Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu günümüzde bile yaşananların bir katliam olduğunu kabullenmemektedir. Kendisini katliamın siyasi sorumlularından biri olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Dönemin belediye başkanı olmakla birlikte olayın önlenmesi noktasında güvenlik güçleri gibi büyük bir zafiyet ve ihmal içinde bulunmuş, itfaiye araçlarını, zabıta güçlerini devreye zamanında sokmamıştır. Ozanlar anıtının bulunduğu yerden sökülüp otel önüne getirilmesi, katliamcılara yönelik “gazanız mübarek olsun” sözleri de Madımak yangınını alevlendirici etki yapmıştır.
Soru: Linç kültürü 30 yılda değişim gösterdi mi?
Bize göre linç kültürünü ortaya çıkaran ve giderek kalıcı hale getiren bağnazlık ve laiklik ilkesini körelten düzenleme ve uygulamalardır. Devletin kardeşlik ortamı tesisinin temel harcı laikliktir. Ne var ki son 30 yılda başta eğitim alanı olanı olmak üzere, bütün kamusal alanlarda laiklik bilinçli olarak aşındırılmakta “aydınlanma karşıtlarına, tarikatlara” devlet eli ile büyük yatırımlar yapılmakta ve devlet kadrolarında önemli yerler verilmektedir.
Linç kültürü Başkent’in bir ilçesinde tıpkı Madımak’ta olduğu gibi yakın nidaları ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na bile yönelebilmektedir.
Ne acıdır ki bugün laikliği savunmak önemsiz olarak görülmekte, Atatürk’ün kurduğu parti bile laikliği gerçek anlamda savunmaktan geri durmaktadır.
Son Söz:
Sizin aracılığınızla Madımak’ta katledilen 33 canımızı saygı ve sevgiyle anıyoruz. Bu topraklar insanlık değerlerinin ortaya çıktığı, uygarlığın filizlendiği, medeniyetlerin birbirini izlediği farklı dinlerin, ırkların, dillerin kaynaştığı bereketli topraklardır. Bu topraklar da zalim iktidar sahipleri değil, hümanizmin, kardeşliğin ve aydınlanmanın öncülüğü yapan Hacı Bektaş’ın “Benim Kâbem insandır” şiarı ile Yunus Emre’nin insan ve doğa sevgisi yaşamaya devam etmektedir.
Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Vakfı olarak Alevi yolunun bize öğrettiği “haksızlıklar karşısında susma hakkımız yoktur” ilkesi doğrultusunda karanlık iktidarların elbet son bulacağına ve aydınlık günlerin geleceğine inancımızla çalışmalarımıza ilk günkü kararlılıkla devam etmekteyiz.

Asgari ücrette eşitlendik

Geçen bir yılda kamu işçilerinin yoksullaşmasını engellemek üzere ne iktidardan ne de üstüne ölü toprağı serpilen sendikalardan doğru düzgün bir “ses” çıkmadı. Sesleri meydanlarda yankılanması gereken emekçiler ise “biat toplumunun” bir sonucu olarak günden güne sessizleşti.

Sadece kamu işçisi değil genel olarak tüm emekçilerin gelirlerinde ciddi bir azalma oldu. TÜİK’in açıkladığı büyüme verilere göre emekçilerin milli gelirden aldığı pay yüzde 30.1’den yüzde 26.5’e düştü. Sermayenin milli gelirden aldığı pay ise yüzde 52.5’ten yüzde 54.5’e yükseldi. Emekçi yoksullaştı, sermaye emeğin hakkından alarak zenginleşti.

Yayımlanan son çalışma istatistiklerine göre 16.163.549 işçinin sadece 2.330.988’si sendika üyesidir. Kamu sektöründe çalışan işçilerin yüzde 79.76’sı, özel sektörde çalışan işçilerin ise yüzde 7.13’ü sendika üyesidir. Özel sektörde sendikalı işçi sayısı yok denecek kadar azdır. Kamuda ise Eylül 2011’de 410 bin olan yerel yönetimler dahil kamu işçisi sayısı Eylül 2021’de 1 milyon 253 bine yükselmiştir. Kamu istihdamında yaşanan 843 bin kişilik artışın temel sebebi taşeron işçilere kadro düzenlemesidir. Bu artış, toplu iş sözleşmesinden yararlanmada üyelik koşulu nedeniyle, sendikalaşmaya doğrudan yansımıştır.

DİSK/Genel-İş Sendikası’nın 11 Temmuz günü örgütlü olduğu bütün işyerlerinde yapacağı iş bırakma eylemi için yaptığı açıklamaya göre: “Geçmiş yıllarda yasal asgari ücretin birkaç katı ücret alan belediyelerin kadrolu işçileri bile bugün yasal asgari ücret civarına yaklaşmış durumdadır. Belediye şirketlerinde çalışan işçiler için ise durum çok daha vahim bir hale dönmüştür. Belediye şirketlerinin büyük bir bölümünde ücretler yasal asgari ücret düzeyindedir. Toplusözleşmeler ile kazanılan sosyal haklar dışında bırakıldığında belediyelerdeki tüm işçilerin ücretleri asgari ücret düzeyine sıkışmaktadır.” Yani emekçiler asgari ücrette mahkûm edilmektedir.

Kamu emekçilerinde yani memurlarda ise 2.746.681 kamu emekçisinin 1.994.845’i sendika üyesidir. Görüldüğü gibi memurlarda sendikalaşma durumu işçilere göre daha iyidir. Memur sendikalarında bu derece yüksek sendikalaşmaya rağmen kamu emekçilerinin maaşları -geçtiğimiz günlerde yapılan zamma rağmen- yoksulluk sınırının çok altındadır.

Kamuda sendika örgütlenmesi bağımsız değildir, örgütleme işçi, memur fark etmeksizin partilere yakınlığa göre yapılmaktadır. Bu durumda da iktidar partisini ya da yakın olunan siyasi partiyi (CHP) ürkütmemek için emekçilerin yoksullaşmasına karşı, birkaç cılız ses dışında bir tepki verilememektedir.

Bu duruma dur demenin zamanı gelip geçmektedir. Emekçilerin milli gelirden aldığı payın yükseltilmesi için yapılması gereken örgütlü bir karşı çıkıştır.

İşçi, memur demeden bir emek cephesi kurulmalıdır. Bu cephe yoksullaşmaya karşı cılız basın açıklamaları yerine Türkiye tarihinin gördüğü en büyük mitingi örgütlemeli, yapılacak bütün grevlere güçlü bir katılım göstermelidir.

Mahmut Aslan/DİSK-Genel-İş Üyesi

Cumhuriyet Gazetesi- 11.07.2023

CELAL ŞENGÖR’ÜN CEHALETİ