27 Temmuz 2017 Perşembe

MÜFREDAT DEĞİL ADETA BOMBA!


Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz yeni müfredatını açıkladı.
Açıklanan müfredatla ilgili ayrıntılar gelmeye başladıkça, açıklananın bir müfredat değil, cumhuriyetin, laikliğin, bilimsel eğitimin altına konulmuş bir bomba olduğu ortaya çıktı. Ancak kamuoyu Adalet yürüyüşe gösterdiği ilgiyi ve Anıtkabir’de yapılmak istenilen imar değişikliğine gösterdiği tepkinin onda birini açıklanan bu müfredata göstermedi.
Bu konu en az ülkedeki Adaletsizlik ve Anıtkabir’de yapılmak istenen imar değişikliği kadar önemli. Anıtkabir’de yapılan değişiklik ile Atatürk’e nasıl bir saldırısı varsa, bu değişiklikle de onun düşünce sistemine ve kurduğu laik cumhuriyete o derece bir saldırı var.
Ülkede Adaletin, demokrasinin ve çağdaşlığın tesisinin de bilimsel eğitimden geçtiği açık bir gerçeklik.
Kamuoyu bu değişiklikle yapılmak istenenin ne olduğunu tam anlamadığından dolayı bu konuda gerekli tepkiyi vermediğini düşünmekteyim.
Cumhuriyetten, laiklikten, Atatürk’ten yana taraf olarak bildiğimiz Eğitim İş Sendikası’nın müfredatla ilgili açıklamaları kanımızı dondurucu nitelikte. Sendikadan yapılan açıklamayı kısaca özetlemek gerekirse;
 Milli Eğitim Bakanlığı’nın zorunlu tutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine dair açıkladığı taslak müfredat, bugüne kadar ki en mezhepçi ve ümmetçi anlayışa sahip eğitim programıdır.
Taslak müfredata “CİHAD” kavramı bir ibadet gibi koyulmuştur. Yani bu uğurda kafa kesen radikal İslamcı örgütlerin varlığına rağmen müfredata göre; cihad, namaz kılmak, oruç tutmak gibi bir İslam şartıdır. Hatta İslam’ın diğer gereklerini yerine getiren bir Müslüman, cihad etmiyorsa ibadetini eksik yapıyordur.
Taslak müfredatta 4.sınıf için yer alan ünite adları; Günlük Hayatta Dini İfadeler, Dinle İlgili Temel Kavramlar, Hz. Muhammed’i Tanıyalım, Din ve Temizlik şeklindedir. Bu sınıf düzeyinde Sünnilik dışında hiçbir mezhebe ve inanca yer verilmediği görülmüştür.
Cumhuriyet değerleriyle çatışıp sürekli Osmanlı vurgusu yapan AKP, müfredatta kendi zihniyetini somutlaştırmıştır. Daha önceki program da olduğu gibi, 7.sınıf programında yer verilen Osmanlı Tarihi konularında sadece kuruluş ve yükselme dönemi ele alınırken gerileme ve dağılma dönemlerine hiç yer verilmemiştir. ( Yani Osmanlının yıkılmadığı kast edilmektedir.)
Evrim teorisi müfredattan çıkarıldı. Biyolojik çeşitlilik konusunda evrimsel tarih açıklanmadığı için, sadece ezbere dayalı canlı çeşitliliği verilmektedir. Bu kadar canlı çeşitliliği varken, canlının oluşum tarihini bilmemek, öğrencilerde bilgi bütünlüğü oluşmaması anlamın gelmektedir.
Müfredat kapsamında Atatürk’ün hedefleri, nutku, canlıların evrimi sansürlenmiş! Laiklik, ahlak ve Alevilik ancak “dostlar alışverişte görsün” kabilinden içi boşaltılarak, özünden uzaklaştırılarak yer almış. Alevi Yoluna ‘kültür’ Cem ibadetine “tören”, cemevine “yer” denilmiştir.                                           
Yukarı da kısaca değinilen maddelerde de görüldüğü gibi Eğitim müfredatında yapılan değişiklikler cumhuriyetin, laikliğin, demokrasinin bu ülkede tam anlamı ile yok edilmesini amaçlamaktadır.
Derslerden Atatürk’ü çıkarıp, cihat mantığını koymak memleketin her yanında İŞİD militanları yetiştirmektir. Kendi gibi düşünmeyenin, inanmayanın kafasını kesmenin farz olduğunu söYlemektir.
AİHM’in zorunlu din dersi ile ilgili kararları ortadayken, yani bu dersin kaldırılması gerekirken yeni müfredatta dinselleşme almış başını gitmektedir.
Müfredata Alevilik’le ilgili bölüm koyulması Alevilere şirin gözükme çabasıdır ama Alevilerin bu durumun karşısında olduğu da bilinmektedir. Aleviler devletin din öğretmesini değil, dinden elini çekmesini istemektedir. Sonuna kadar da laik eğitimi savunmaktadır.
Bu müfredat değişikliğine karşı tüm cumhuriyet, laiklik, demokrasi yanlılarının direnmesi gerekiyor. Yoksa her şey için çok geç olacak…

Mahmut Aslan

14 Temmuz 2017 Cuma

ALEVİLER ve ŞEYH SAİD



2 Temmuz anması sırasında Osman Baydemir’in Madımak oteli önünde söylediği sözler Aleviler arasında tartışmaya neden oldu.
Osman Baydemir söz konusu konuşmasında: "HDP milletvekilleri, HDP merkez yürütme kurulları, HDP'nin tüm bileşenleri ve HDP'ye gönül vermiş milyonlarca can adına 3 karanfil bıraktık. Bunlardan bir tanesi Şeyh Sait'in torunları adına bırakılan bir karanfildir. Bir tanesi Seyit Rıza'nın torunları adına bırakılan karanfildir. Bir diğeri de Hacı Bektaş'ın ve Pir Sultan'ın torunları adına bırakılan karanfildir. Çok iyi biliyoruz ki canlar bir olduğumuzda, mazlumlar bir olduğumuzda karanlığı yeneceğiz, aydınlığı bu coğrafyaya hâkim kılacağız." demiştir. 
Bu konuşma üzerine Hünkâr Hacı Bektaş Veli Vakfı “Pirincin İçindeki Beyaz Taşlar” başlığı ile bir bildiri yayınlanarak sert tepki göstermiştir. Konuyu haber yapan siteler “Aleviler'den HDP'ye çok sert Şeyh Said yanıtı” ile bildiriyi haberleştirdiler. Ancak gözlerinden kaçan büyük bir nokta bulunmaktadır. Açıklamayı yapan Vakıf’ın başında Veliyettin Hürrem Ulusoy bulunmaktadır ve Veliyettin Efendi Alevi inancının en üst makamı olan postnişindir, söyledikleri kendisine bağlı olan binlerce Dede’yi yüzbinlerce talibi ilgilendirmektedir. O yüzden etkisi de bilinenden fazla olacaktır. Yayınlanan bildiri de:
“Acılar paylaşıldıkça azalsa ve yaralar kendini sarsa da bazen daha incitici, gönül kırıcı olabilmektedir, yaşananlar. Madımak Katliamı anmaları sırasında karanfiller bırakılırken Hacı Bektaş Veli ve Pir Sultan Abdal’ın, Alevilerin kurmuş olduğu Kamber-i Ali sofrasına oturmayan Şeyh Sait ile aynı kefeye konulurken ‘alkışlanması’ incitici bir durumdur. ‘Alevilerin kestiği haramdır, yenilmez’ düşüncesi ile kurulan sofraya oturmayan birinin Yolumuzun uluları ile aynı kefeye konulmasına gönlümüz razı olmaz.” denilmektedir.
Bu bildiriye kendisini Türkmen-Alevi olarak tanıtan HDP MYK Üyesi Ali Kenanoğlu Evrensel Gazetesindeki köşesinden cevap vermiştir. Hünkâr Vakfının bildirisinde geçen ‘Alevilerin kestiği haramdır, yenilmez’ düşüncesi ile kurulan sofraya oturmayan biri” (Şeyh Sait) görüşünü eleştirmiş ve böyle bir olayın olmadığını iddia etmiştir. Bu görüşme olup olmadığı kesin olarak bilinmemekle beraber Aleviler arasında bu anlatı çok yaygındır. Ateş olmayan yerden de duman çıkmaz diye düşünmekteyim. Yüzlerce yıldır bölge de yaşanan Şafi katliamları bunun tarihsel arka planıdır.
Kenanoğlu’nun yazısındaki en acı bölüm ise Atatürk Cumhuriyetine toptancı bir bakış açısı ile eleştiri getirdiği şu bölümdür: “Şeyh Sait’in “Cumhuriyet düşmanı”, “Cumhuriyeti yıkmak isteyen bir şeriatçı” olduğu yönündeki söylemidir. Bizim savunduğumuz cumhuriyet demokratik bir cumhuriyettir. Demokratik olmayan bir cumhuriyeti kim savunacaksa savunsun ben demokratik olmayan; imhacı, inkarcı, asimilasyoncu siyaset tarzını benimseyen bir cumhuriyeti savunmam, savunucusu olmam. “
Bu tartışma daha çok süreceğe benzemektedir. Ancak ben de bu tartışmaya girme gereğini Kenanoğlu’nun bu açıklamalarından sonra karar verdim.  Şeyh Sait bir şeriatçıdır ve bunu bazı belgelerle dile getirmekte Cumhuriyetçilerin, laiklik savunucularının görevidir.
BELGELER ŞEYH SAİT İÇİN NE DİYOR?
Bu bölümde çok fazla yorum yapmadan direk okuduğum bazı kaynardan Şeyh Sait ayaklanmasındaki gericiliğe değinmek istiyorum.
Şeyh Sait savunmasından: "Hilafet kaldırılmıştır, zamanın imamı kalmamıştır. Hâlbuki zamanın imamına biat etmeden (ona bağlanıp, onu tasdik etmeden) ölen Müslüman, Peygamberin şefaatinden mahrum kalır" ". "Dinin dünya işlerinden ayrılması caiz değildir. İslam ulemasına göre dinin dünya işleri ile ilgili hükümleri (şeriat) tıpkı ibadet gibidir." (Şevket Süreyya Aydemir- Tek Adam-s.210)
Şevket Süreyya’ya yok o Kemalist diyerek bir şey derseniz gelelim yabancı bir yazarın incelemesine göre Şeyh Sait ayaklanması: "Bu arada Şeyh Sait'le adamları, dağlık Doğu bölgelerinde ellerinde yeşil sancaklar, göğüslerinin üzerinde Kuran'ı Kerim; bankaları, evleri, dükkânları basıp soyarak 'Hak yolunda' ilerliyorlardı. Türker’den, Tanrı adına teslim olmalarını istiyorlardı. Vaizleri onlara Cennet'te ödüller vaat ediyordu. Yerden ve havadan; Halife'nin kendilerinden fedakârlık istediğini, halifelik olmadan Müslümanlık da olmayacağını bildiren beyannameler dağıtıyorlardı. Şeriat geri getirilmeli; okullarda dinsizlik öğreten, kadınları yarı çıplak gezdiren hükümetin başı ezilmelidir" (Lord Kinross Atatürk s.607)
Gelelim Türkiyeli Komünistlerin görüşlerine: "İrticanın başında Şeyh Sait değil derebeylik duruyor, irticaya karşı Halk Hükümetledir." " Kahrolsun İrtica... Ankara Büyük Meclisi’nde müfrit sol burjuvazinin tırnakları, kafasına ortaçağı dolamış yobazların gırtlağına yapıştı. (Orak Çekiç: 26 Şubat-5 Mart 1925 Aktaran M. Tuncay: Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Hükümetinin Kurulması, Yurt Yayınları, s.132)
Türkiyeli Komünistlerin dışında Komünist Enternasyonal’in görüşüne bakalım: Ankara Hükümetine karşı Kürdistan’daki Şeyh Sait Ayaklanması, Moskova tarafından Türk gericiliğinin İngiliz emperyalizmi ile ittifak halinde bir geri dönüş girişimi olarak değerlendirilmektedir. (Moskova 26 Şubat 1925, Kürdistan’daki Ayaklanmanın Anlamı)
Ayaklanma için Kürt ulusal ayaklanması gerici bir ayaklanma değil diyorsanız eğer. Kürt Marksist şair, edebiyatçı, yazar ve tarihçi Cegerwin'in anılara bir bakın derim: "Şeyh Sait mahkemede Kürt ve Kürdistan kelimelerini ağzına dahi almadı, sadece din konusunu ele aldı." (Naci Kutlay, 21.Yüzyıla Girerken Kürtler, Peri Yayınları, s.69, Hüseyin Aygün Mahsur s.113) demektedir.
Yukarıdaki kaynaklara benzer yüzlerce belge daha bu konu için sunulabilir. Kenanoğlu ve onun gibi düşünenlere tek söylenecek, Aleviler Atatürk’e ve Cumhuriyet’e bağlıdır. Cumhuriyetle birlikte nefes almışlardır. Nesimi’nin söylediği Yeryüzünün Halifesini ortadan kaldıranda Atatürk Cumhuriyetidir. Soğuk savaş sonrası solu etkisi altına alınan etnikçi bakış açınıza artık eskisi kadar alıcı bulamayacaksınız. İkbal için içine düştüğünüz düşünsel zayıflık ve tarihsel çarpıtma Alevilerin umurunda da değildir.
Gezide, referandumda ve son Adalet mitinginde görüldüğü gibi Türkiye’nin Alevilerinin, solcularının, ilericilerinin yolundan yürüdüğü kişi Şeyh Saitler, İdrisi Bitlisi’ler değil Mustafa Kemal Atatürk’tür.


Mahmut Aslan
14.07.2017

6 Temmuz 2017 Perşembe

AYDINLIK TARİKATI VE PERİNÇEK GERÇEĞİ

Doğu Perinçek her dönem kendinden söz ettirmesini bilen bir siyasal figürdür. Kafasının zehir gibi çalıştığını söylememize gerek yok. Yaklaşık 50 yıldır “Aydınlıkçılar”  diye bilinen siyasal hareketinde liderliğini yapması da boşuna değil.
Bana göre Aydınlıkçıların siyasal bir hareketten çok tarikat örgütlenmesi gibi bir yapılanması var. Tarikat lideri Perinçek ne derse diğer bütün tarikat mensupları hiç sorgulamadan bu dediklerini kabullenip, sağa sola bu fikirleri tebliğe başlıyorlar. Dün ak dediklerine bugün kara deme gibi bir özellikleri de var.
Sol içinde Aydınlıkçılar her zaman devletle iç içe, ispiyoncu bir yapı olarak görülmüştür ve görülmeye de devam ediyor. Haliç’te Yaşayan Simonlar kitabında Hanefi Avcı, aydınlık dergisini okuyarak sol grupları öğrendiğini yazmıştı.
Perinçek tarikatı son günlerde AKP’nin sol yedek lastiği gibi davranıyor. Sağ yedek lastikliğini de Bahçeli yapıyor. Adalet mitingi ile söyledikleri, hele hele en son “ Türk yargısı son 50 yılın altın devrini yaşıyor" söylemi kendi partisinde bile istifalara neden olmuş durumda.
Adalete güvenin %3’lere indiği bu dönem de böyle bir söylem kargaları bile güldürecek kadar komik görünüyor ama tarikat mensupları bu duruma hiç gülmüyor aksine delicesine savunmaya devam ediyor.
AKP’nin yıkılacağı hakkında kitap bile yazan Perinçek’in bu kadar keskin bir dönüşle AKP destekçisi olması bu hareketi takip etmeyenleri şaşırtmış olabilir. Bu hareketin geçmişi ile bugünü kıyasladığınızda 180 derece ne çok dönüş yaptığını görebilir ve şaşırmaktan kurtulabilirsiniz. Gelin aydınlıkçıların geçmişte ne söyleyip bugün ne söylediğine kısaca bir bakalım.

ERMENİ MESELESİNDE DÜNÜ VE BUGÜNÜ
Bugün "Ermeni soykırımı uluslararası emperyalist bir yalandır" diyen, bu sözü nedeni ile İsviçre’de yargılanıp mahkûm edilen Perinçek, sonrasında AİHM'in Perinçek-İsviçre Davası kararını ile mahkûmiyetini kaldırmış ve Türkiye için bir başarı kazanmıştır. Bugün bunu söyleyen Perinçek dün ne söylüyor derseniz. Genel Başkanlığını yaptığı Türkiye İhtilalci Köylü Partisi Savunmasına bir bakalım:
 “İttihatçı komprodorlar, milli azınlıklar üzerinde de baskı ve katliam politikası uyguladı. Doğuda yüz binlerce Ermeni’yi katletti. Geri kalanlarını da yurtlarından sürdü. Arap ve Kürt milliyetçilerine çeşitli baskılar uyguladı. (Kaynak Yayınları 104 TİİKP Savunma sf.154)
“Abdülhamit satın aldığı Kürt beylerine kurduğu Hamidiye Alayları’nı Ermenilerin üzerlerine saldırtarak her iki milleti birbirine kırdırdı ve mücadelelerini yok etmeye çalıştı (...) Saltanatı Doğu Anadolu’da katledilen on binlerce emekçinin ve İstanbul sokaklarında öldürülen binlerce Ermeni’nin kanıyla boyandı.” (age, sf.146)

KEMALİZM ÇARKI

Günümüzde kendisini baş Kemalist ilan eden, Atatürkçülüğü kimselere bırakmayan aydınlıkçılar yine eski partilerinin savunmalarında şöyle diyorlar: “Bütün bunlara rağmen Kemalist burjuvazi zaferden itibaren hızla zenginleşerek, emperyalistlerle uzlaşan Kemalist burjuvazi, devlet iktidarını kullanarak hızla büyüdü. İşçi ve köylülri insafsızca sömürdü.”
“Oysa Kurtuluş Savaşı’nın burjuva önderliği, halk kitleleriyle birleşmedi; tam tersine toprak ağalarıyla ittifak yaparak halkı baskı altına alan bir diktatörlük kurdu. Sovyetler Birliği ve dünya halklarıyla dostluğunu sağlamlaştırmadı; tam tersine emperyalistlerle uzlaştı.”
Mustafa Kemal’e emperyalizmin adamı deme lüksünü bile bulmuşlar. Savunmanın devamında iyice gemi azına alıp İşçi ve köylüleri ezen Kemalist diktatörlükle mücadele edeceklerini açık açık söylüyorlar.
 “Fakat biz aynı zamanda, Kemalist diktatörlüğün işçi ve köylüleri ezen burjuva karakterini açıkça ortaya koyar ve onunla mücadele ederiz. Biz, Kemalist diktatörlük tarafından demokrasi isteği ve teşkilatlanması zorbalıkla bastırılan işçi sınıfının ve bütün Türkiye halkının, kurşunlanan işçilerin, insafsızca sömürülen köylülerin, defalarca katledilen Kürt milliyetinden halkın temsilcileriyiz. Bütün bunları uygulayan burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün başındaki Atatürk’e karşıyız. Çünkü biz tarihin en ilerici sınıfı olan ve kendisiyle birlikte bütün halkı kurtaracak olan işçi sınıfının ihtilalcileriyiz.” (Kaynak Yayınları 104- Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi Davası Savunma (SF. 193-211)
“2000’e Doğru Dergisi”nde, Mart 1987’de “Atatürk ve Allah” başlıklı makalesinde Perinçek yine Atatürkçülükle ilgili bakın neler yazıyor:
“Resmi Atatürkçülük iflas etmiştir. İçtihat kapısı kapanmıştır. Toplumumuzda canlılık belirtisi kalmamış, hiçbir fikir üretemeyen, en taşlaşmış ideolojik çevre onlardır. Üniversitelerin en emeksiz, en cahil, en eyyamcı artık içi geçmiş unsurlarıyla bazı emekli askerler mollalarınkinden farksız bir ilim anlayışının temsilcileri olarak gözüküyorlar. Şeyhçidirler. Hepsi o. Öte yandan Kemalizmin devrimci geleneğine bağlı olanların ise nesli tükenmektedir. Çünkü Kemalizm bir ideoloji olarak devrimci rolünü tamamlamıştır.”
Atatürk ve kurduğu düzene karşı böylesine ağır ithamlarda bulunan Perinçek tarikatı günümüzde bulundukları Vatan Partisi programında ise yukarıda yazdıklarının 180 derece farklısını yazıyor.
“Kurtuluş Savaşımıza yol gösteren Halkçılık Programımız, 1921 ve 1924 anayasalarımız, 1920 ve 1930’lu yılların temel program ve siyasetleri, bu gelenek içinde billurlaşmıştır ve geleceğimize ışık tutan büyük tarihsel mirasımızı oluştururlar. Bu esaslar, Büyük Devrimci Önderimiz Atatürk tarafından 1930’larda Milliyetçilik, Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik ilkeleriyle özetlenmiş ve 1937 yılında Anayasamıza kaydedilmiştir.
Bu devrimci rotada ilerleyen milletimiz, Atatürk önderliğinde, dünyanın ‘Türk mucizesi’ diye adlandırdığı büyük başarıyı gerçekleştirmiştir. Bugün Asya’dan yükselen yeni uygarlık, bütün dünyanın kabul ettiği gibi, bağımsız millî devletlerin ve kamu ağırlıklı toplumsal-ekonomik modelin eseridir.”

 “YAĞMACI TÜRK İŞGALCİLER KIBRIS’TAN ÇEKİLMELİDİR”

Bugün Kıbrıs’ı onur meselesi yapan, Kıbrıs’ın stratejik öneminden sürekli bahseden, Denktaş’la boy boy poz verenler yine geçmişte bugünün söylediklerinin tam aksini söylemekten kendini alamamışlar:
“Türkiye’nin işgale dayanarak herhangi bir çözümü Kıbrıs’a zorla kabul ettirmesine karşıyız. “Coğrafi federatif sistem adı altında Kıbrıs’ın fiilen taksim edilmesine Kıbrıs halklarının birbirinden tamamen koparılmasına karşıyız (...) Bugün Rum milliyeti Türk işgalcileri tarafından uygulanan milli baskılar altındadır. Kıbrıs’ta yağma ve talana son verilmelidir. Aydınlık Yayınları-1975 “Kıbrıs Meselesi” (Doğu Perinçek) / Teori Dergisi -Kasım 1993 Sayı 47 sf.16-20

 “FEDERASYON VEYA BÖLGESEL ÖZERKLİK”

Yine günümüzde üniter devletin en katı savunucusu olan Aydınlıkçılar, geçmişte aşağıdaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere bugün HDP’nin savunduğu bölgesel özerklik ve Federasyonu o zaman savunuyorlar.
“Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkı, hiçbir zaman bir federasyona katılma ya da bir özerklik derecesine indirilemez. Kürt halkı isterse elbette Türk halkıyla bir federasyon içinde birleşebilir. Fakat ayrılma hakkını tanımaksızın, Kürt milletinin kaderini tayin özgürlüğünü federasyonla sınırlamak bu özgürlüğü reddetmekle birdir.”
“Kürt milletinin kendi kaderini ne yönde tayin edeceğini halkların mücadelesi belirleyecektir. Kürt milleti, kendi kaderini ayrılma şeklinde tayin edebileceği gibi, birleşme şeklinde de tayin edebilir. İsterse, Türk halkıyla bir federasyon içinde birleşebilir. Türk devrimcileri, Kürt milletinin ayrılma hakkını savunurken, Kürt devrimcileri iki halkın birliği için çalışmalıdır. TİİKP, Türkiye’nin iki kardeş halkının Demokratik Halk Cumhuriyeti içinde, eşit haklara sahip olarak birleşmelerine yönelen bir siyaset izler. Ancak birçok milliyetin tek bir devlet içinde birleşmeleri, ilk önce ayrılmalarını gerektirebilir. Birleşme, böyle bir yol izleyerek de gerçekleşebilir. Eğer Kürt ve Türk halkları, iradelerini devrimci bir birleşme yönünde kullanırsa, Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin yönetimine eşit haklarla katılacaklardır. Demokratik Halk Cumhuriyeti, milliyetler arasında, her alanda tam bir hak eşitliğini gerçekleştirecektir. Halk Cumhuriyeti içinde birleşmenin, hangi biçimde olacağını halkların hür iradesi tayin edecektir. Federasyon veya bölgesel özerklik biçimlerini seçmeye, halklar karar vereceklerdir. Kürt halkının temsilcileri, Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin yönetimine bütün kademelerde katılacaklardır. Kürtçe, Türkçe gibi resmi devlet dili olacaktır. Kürtlerin kültürleri üzerindeki her türlü baskı son bulacak, Kürt halkı, devrimci kültürünü, kendi milli özelliklerine uygun olarak serbestçe geliştirecektir.”(Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi Davası Savunma sf 428-431)
Bunları geçmişte söyleyenler 29 Aralık 2015 tarihinde Doğu Perinçek’in yaptığı basın açıklamasında şöyle diyorlar:
“Özerk Kürdistan” ilanı, Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde sözümona devletçik kurma girişimidir ve Türkiye’ye savaş ilanıdır.
·Halkın talebi: “Mecliste PKK istemiyoruz.” PKK’nın bölücü terör suçuna katılan milletvekillerinin dokunulmazlıkları  derhal kaldırılmalıdır.
·“Özerk Kürdistan” ihanetine karşı Devletçe ve milletçe topyekün mücadele, günün yakıcı görevidir.
· PKK, bu “deklerasyon”la intihar ettiğini ilan etmiştir.  PKK, Türkiye’de uyuyan herkesi uyandırmış ve kendi tepesine inecek büyük gücü göreve çağırmıştır.

15 TEMMUZ’DAN SONRA ERDOĞAN’LA MI GÖRÜŞTÜ?

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında iddiaya göre, Perinçek ve Erdoğan Beştepe'deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda iki saat baş başa görüştü.. Basına ne görüntü verildi ne de program duyuruldu... Çok gizli görüşme sonrasında Perinçek'ten Türkiye Rusya ilişkilerinin düzeltilmesi için aracı olması istendiği ifade edildi... O günlerde, Ankara'da Rusya Devlet Başkanı Putin'in özel danışmanı olduğu öne sürülen  Aleksandır Dugin vardı. Perinçek'in partisi davet etmiş, tüm masraflarını karşılamış ve AKP’li yöneticilerle görüştürülmüştü... Daha doğrusu, Erdoğan'la...  Bir kaç gün sonra Ulusal Kanal ihya oldu. Stüdyoları yenilendi.Yeni cihazlar alındı vs.
Geçmişten, günümüze yükselen değerlere göre sürekli siyasal görüş değiştiren Aydınlık hareketinin bundan sonra da söylediklerinin tam tersini söylemeyeceğini kimse garanti edemez.
Bu nedenlere Vatan Partisi’ne Atatürk sevgisi ile katılan yurtsever insanlara sesleniyorum: Birer tarikat üyesi gibi değil, Atatürk’ün istediği özgür yurttaş gibi davranın ve Perinçek tarikatından kurtulun.
Cumhuriyet Halk Partisi’ne gönül vermiş milyonlarca dostuma da şunu söylemek istiyorum. Perinçekgilleri dikkate almayın bildiğiniz yolda kararlı adımlarla yürümeye devam edin. Atalarımızın dediği gibi “İt ürür kervan yürür”

Mahmut Aslan-06-017-2017


Not: TİİKP Savunması bölümlerini Bedri Baykam’ın “Sizi Solculuktan ve Kemalistlikten Azlediyorum Sn. Perinçek yazısından” aldım.

ADALET!

ADALET!
Anayasa hocamız, ‘Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir’ diye öğretmişti üniversite birinci sınıfta…
Türkiye Cumhuriyeti gerçekten bir hukuk devleti oldu, adil oldu mu? Bu sorunun cevabına evet demek mümkün görünmüyor. 
Sabahattin Ali ile başlayan en son Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi ile devam eden siyasal faili meçhul cinayetler, Mumcular, Aksoylar, Üçoklar, Kışlalılar…
Darağacında üç fidan, Deniz, Yusuf, Hüseyin…
12 Eylül sonrası kayıplar, yargısız infazlar…
Maraş, Çorum, Gazi Katliamları,
Sivas Madımak otelinde canlı yayında izlettirilen aydınların diri diri yakılması, katillerinin bazılarının hala bulunamaması...
90’lı yılların beyaz torosları…
Madanoğlu (bu dava 1970’li yılların Ergenekon benzeri davadır), Ergenekon, Balyoz, Odatv gibi davalar…
Adaletsizliğe karşı bedenini bayrak eden Ali Tatar gibi yiğitler…
AİHM kararlarına rağmen Alevilerin haklarının verilmemesi
Diyanet bütçesi…
MEB müfredatları, İmam hatipler…
Ya yaşanan liyakatsiz atamalar, işe almalar, yandaşa verilen ihaleler, doğanın zenginleşme adına yok edilmesi…
Her seçim söz verilip kadroya alınmayan Taşeron İşçiler…
Gezide öldürülen güzelim gençler ve onların davalarında verilen komik cezalar…
Atatürk Orman Çiftliği arazisine yapılan kaçak saray ve ucube oyun parkı...
Cumhuriyet mimarisine yapılan saldırılar, en son yıkılan İller Bankası Binası…
Referandumda halkın oyuna hile ile ipotek konulması…
KHK ile işinden edilen masumlar,  işini geri isteyen 120 gündür açlık grevindeki Nuriye Gülmen, Semih Özakça… Her gün polis şiddeti gören Veli Saçılık…
Yukarıda saydığımız birçok olay ülkede olan adaletsizliğin en büyük göstergesi değil mi?
Bir ideal olarak hukuk devleti Anayasamızda yazmaya devem ediyor. Bizlerde bu idealin peşinden gitmeye devam ediyoruz.
Kemal Kılıçdaroğlu’nu çok eleştirdim ama son eylemini sonuna kadar savunuyorum. Tek kelime ile ilk defa bu kadar etkili bir eylem yapılıyor.
“Adalet” Türk Dil Kurumu sözlüğünde, “Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması” olarak yazıyor. Bir adam çıkmış günlerdir elinde “Adalet” yazısı ile yürüyor. Peşinde onbinler… İstanbul’da mitinge katılacak milyonlar…
Adalet herkese lazım…
Gelin biz de buradan haykıralım: “Hak, hukuk, adalet
9 Temmuz 2017’de İstanbul Maltepe meydanında buluşmak üzere, Adil olun Adaletle kalın…
Mahmut Aslan-06-07-2017

HAYIR BİTMEDİ DEDİK, AİHM’E GİTTİK!

16 Nisan 2017 referandumu öncesinde bir araya gelen ellinin üzerinde çeşitli görüşlerden demokratik kitle örgütleri ve sendikalar, referandumda hayır çıkması için yoğun bir çalışma yürüttü.
Ülkenin cumhuriyet değerlerinden ve parlamenter rejimden uzaklaşması bu kurumları bir araya getiren en büyük etkendi.
Ben de bu çalışmanın sekretaryasını başından beri yürüttüm ve yürütmeye de devam ediyorum.
16 Nisan akşamı sandıktan Hayır çıkmasına rağmen herkesin gözü önünde hile ile sandığın iradesi değiştirilerek, Evet çıkarıldı.
Bu durumun toplumun bütün kesimlerince kabullenilmediği bir kesinliktir. Hayır için bir araya gelmiş demokratik kitle örgütleri olarak bu durumu kabullenmeyeceğimizi 18 Nisan günü 3 bin kişi ile YSK’ya verilen dilekçe ile kamuoyuna duyurduk. YSK’da bağımsız ve tarafsız kalmış bir hukuk adamının şerhine karşı diğer 10 üyenin oyu ile dilekçelerimiz reddedildi. Bunun üzerine bütün kurum temsilcileri ile bir toplantı gerçekleştirerek, YSK kararı ile iç hukuk yollarının tükendiğini ve bu durumun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürülmesi gerektiğini kararlaştırdık.
Bu karar sonucunda içlerinde DKÖ sekreteri olarak ben, Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Vakfı Başkanı Murtaza Demir, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesinden Başkan Tezcan Karakuş Candan ve Şube Sekreteri Namık Kemal Kaya, Halkevlerinden Genel Sekreter Dilşat Aktaş ve Hadi Sinan İskit, Ankara Cumhuriyet Gazetesi Okurlarından Meral Çiyan Şenerdi ve Avukatımız Revşan Yıldırım Çobanoğlu’ndan oluşan 8 kişilik bir heyetle Strasbourg’a giderek AİHM’e bireysel başvuru yaptık.
Başvuru mühürsüz referandumun ikinci ayında 16 Haziran 2017 tarihinde gerçekleşti. Başvurumuz sırasında içlerinde ÇYDD, Birleşik Kamu İş, Eğitim İş, Dil Derneği ve Yargıçlar Sendikası gibi 29 DKÖ’nün imzaladığı basın açıklaması AİHM önünde hem Türkçe, hem  Fransızca okundu. Basın açıklamasına CHP PM üyesi Emre ÇAM’ın sağladığı destek ve organizesi  ile Avrupa’nın çeşitli yerlerinden gelen CHP örgütleri ve Sivil Toplum örgütlerinden geniş bir destek verildi.
Başvurunun yapıldığı günün bir gün öncesinde Türkiye’de Ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun çağrısı ile ADALET yürüyüşü başlamıştı. Bizlerde bu yürüyüşe destek vermek için basın açıklamamızın ardından Avrupa Konseyi Binasına doğru, 250 kişilik bir kalabalıkla, pankartlar ve sloganlarla bir ADALET yürüyüşü gerçekleştirdik.  Dikkatimi çeken en önemli şey Avrupa’nın göbeğinde böyle bir yürüyüş sırasında 2-3 polis dışında hiç polisin bulunmaması idi. Hele burada alışık olduğumuz biber gazı hiç yoktu. İnsanların demokratik tepki göstermesi o kadar rahattı. Bizim mücadelemiz de tam da bu diye düşündüm içimden insanların bu şekilde demokratik tepkilerini, silahsız barışçı eylemlerini istediği gibi yapabildiği bir ülke inşa etmek.
CHP PM üyesi Emre Çam’ın yardımı ve önceden aldığı randevularla iki çok önemli görüşme gerçekleştirdik. Bunlardan ilki Avrupa Komisyonu İnsan Hakları Komiserini temsilen yardımcısı Türk kökenli Işıl Gachet ileydi. Bu görüşmede:
Türkiye’de OHAL dönemimde insan hakları ihlallerinin artığını, kendilerine mizah olarak gelebilecek İnsan Hakları anıtının göz altına alındığını, bu anıt etrafında yüzlerce gün eylem yapan Nuriye ve Semih’in durumunu, Veli Saçılık’a her gün yapılan polis şiddetini, cezaevlerinde insanların bir ranzada 3 kişi dönüşümlü yattığını, çocuklara yapılan cinsel istismarı, kadın cinayetlerini ve Alevilerin zorunlu din derslerini ile neler çektiği konularına değindik.
Görüşmede değindiğimiz konuların bir çoğu hakkında bilgi sahibi olmadıklarını da gözleme imkanı bulduk. Bu konuların bazıları hakkında ciddi rapor hazırlanacağı sözünü aldık.
Şunu da belirmek lazım: Bizim yaptığımız ülkenizi bir yerlere şikayet etmek yada birilerinden medet ummak değildi. Bizim yaptığımız dünya da insan hakları mücadelesi veren bütün halklarla dayanışmak için diyalog kurmaktır. Ayrıca Türkiye Avrupa komisyonun kurucu ve eşit üyesidir. AB ile karıştırmamak lazım.
Heyet olarak yaptığımız ikinci görüşme Avrupa Konseyi siyasi işler direktörü Christos Giakoumopoulos ve yardımcılarıylaydı.
Bu görüşme  öncelikle diplomatik olarak çok yüksek seviyede olan birinin bizi kapıda ve güler yüzlü karşılaşması çok ama çok hoşuma gitti. Ayrıca bu kişi Kıbrıs Rum kesiminden ve bize karşı hiç düşmanca bir tavır içerisinde değildi. Konuşmalarından ve mimiklerinden samimiyetini anlayabiliyordunuz. Yarım saat yapacağımız görüşme bir saatten fazla sürdü.
Bu görüşmede AİHM’e neden başvuru yaptığımız konusunda bilgi verdik. Sonra AİHM’in geçtiğimiz haftalarda verdiği  KHK mağdurlarının başvuruları ile ilgili ret kararını konuştuk. Avrupa Konseyi’nin teşviki ile bir OHAL Komisyonu kurulduğu ve bu nedenle kararın ret edildiğini bildiğimizi söyledik. Ancak bu komisyonun 7 aydır bir karar vermediğini ve mağdurlarının durumunun düzelmesi konusunda her hangi bir adım atılmadığından bahsettik. Bu nedenle bu kararın yanlış olduğunu üstüne basa basa belirtik.
Bizi kabul eden AK heyeti Türkiye’yi yakından takip ettiklerini ve yaşanan olaylarla ilgili olarak geçtiğimiz ay Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisini tarafından yeniden siyasi denetim kararı verildiğini söyledi.Tabi verilen bu kararın ülkemiz adına çok üzücü olduğunu biliyoruz.
Ülkemizi yeniden demokratik bir yapıya kavuşturana kadar mücadeleye devam.
Adaleti bulana kadar aramaya devam…
Mahmut Aslan-1 Temmuz 2017

İNSANLIĞI NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR?

Geçtiğimiz hafta Amerika Birleşik Devletleri’nin Başkanı Trump’ın 2015 tarihli Paris İklim Değişikliği Anlaşması’ndan çekilme kararı alması üzerine dünya kamuoyunda çevre sorunları ve küresel ısınma konusu yeniden gündeme geldi.
Hayatın keşmekeşi içinde insanlığımıza ve yaşadığımız dünyanın sorunlarına karşı pek bir duyarlılık sağlayamıyoruz. Bunun için mücadele eden çok az sayıda insana da burun kıvırıyoruz.
Kızılderili atasözünde de söylendiği gibi: “Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı, biz onu torunlarımızdan ödünç aldık.” Bize torunlarımızdan emanet olan dünyada içtiğimiz suyun tükendiğini, soluduğumuz havanın bozulduğunu; bize yiyecek sağlayan, Veysel’in sadık yari “kara toprağın” artık ürün vermemeye başlayabileceğini düşünmüyoruz.
Biz görmek istemesek de dünyamız yavaş yavaş bizim için yaşanamaz duruma geliyor. Bildiğimiz medeniyetin sonuna doğru yaklaşmaktayız. Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabıyla tanıdığımız Jared Diamond, en az onun kadar değerli bir kitabı olan Çöküş’te, medeniyetlerin nasıl çöktüğünü incelemektedir.
Çöküşten kastedilen; hatırı sayılır bir bölgede, uzunca bir dönem boyunca nüfus ve veya siyasi-ekonomik-sosyal yapıda meydana gelen esaslı küçülmelerdir.
Kitaba göre çevre dengesi üzerinde farklı derecelerde hasar yaratmış olsalar da eski toplumların yaşadıkları çevreye zarar vererek kendi geleceklerini kararttığı süreç, sekiz başlık altında incelenebilir:
1. Ormansızlaşma ve yaşam alanlarının tahrip edilmesi
2. Toprakla ilgili sorunlar
3. Su yönetimi sorunları
4. Aşırı avlanma
5. Deniz ürünlerinin aşırı tüketimi
6. İnsanın beraberinde getirdiği bitki ve hayvan türlerinin yerel türlere olan olumsuz etkisi
7. İnsan nüfusunun aşırı artışı
8. İnsanların her birinin yaşam ortamına getirdiği yükün artması.
Geçmiş toplumları çökerten bu başlıkların hepsini, kapitalizmin aşırı kâr hırsıyla tüketim toplumunu oluşturması sonucu, son yüzyılda fazlası ile yaşamaktayız.

YENİ İNSAN GELDİ VE DÜNYAYI BİTİRİYOR
16 Ağustos 2015 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde Ömer Madra ile yapılan söyleşiden bir bölümünü dikkatimi çekmişti. Sizlere yeniden paylaşma ihtiyacı duydum. Ömer Madra’ya göre:
“Bilim insanları şu anda içinde bulunduğumuz çağa andropozken çağı diyorlardı. İnsan etkisi çağı. Jeolojik çağlar binlerce yılın evriminden bahsederken şimdi 200 yıl içerisinde oluyor her şey. Kömürün bulunup çıkarılmasıyla beraber dünya artık bambaşka bir noktaya doğru gitmeye başladı. İlk defa tek bir tür, gezegenin bütün kimyasını ve atmosferini değiştirdi. Şimdi yeni bir terim var. Hiperandroposen çağı. Yani hiper yeni insan. Bu yeni insan geldi ve dünyayı bitiriyor.”
Görüldüğü gibi insanlığı hiç de iyi bir geleceğin beklemiyor, insanoğlu dünyayı tüketerek kendi sonunu da hazırlıyor.
Bu gidişe bir son vermek için devletlerin çevre konusunda bilinçli bir duyarlılık göstermesi ve hükümetlerin gerekli önlemleri alması gerekmektedir.
Bununla beraber sadece devletin konuya el atmaması yetmemektedir. “Büyük insanlık” biran önce bu konuya el atmalı bu tüketim toplumuna ve vahşi kapitalizme son vermeli, doğaya ve insana saygılı yeni bir düzen kurmalıdır.
Mahmut Aslan
 6 Haziran 2017 
NOT: Yazının başlığı Server Tanilli’nin bu konuyu da içinde barındıran kitabının kitabın adıdır.

6 Haziran 2017 Salı

DEMOKRASİ SİL BAŞTAN

Tarihe mühürsüz referandum olarak geçen 16 Nisan 2017 tarihinden sonra “tarafsız” cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hiç vakit kaybetmeden kurucusu olduğu AKP’ye üye oldu. 21 Mayıs’ta (yarın) yapılacak AKP’nin 3. Olağanüstü kongresinde de partinin başına geçerek genel başkan olacak.
Tarafsızlık yemini eden ve ülkenin tamamının Cumhurbaşkanı olması gereken bir kişinin partiye üye olması, taraflı ve sadece kendisine oy verenlerin cumhurbaşkanı olduğu gerçeğini de çok net bir şekilde tarihe not düşecek.
TRUMAN DOKTRİNİ VE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇME ZORUNUNLULUĞU
“Türkiye’nin Partili Cumhurbaşkanlığı’nı kaldırma çalışmaları 2. Dünya Savaşı sonrasında başladı ve 1961 anayasası ile kaldırıldı.”
Truman Doktrini ile başlayan Türk-Amerikan yakınlaşması, Türkiye’de büyük değişimlere sebep oldu. İkinci Dünya Savaşı sonunda Sovyetler Birliği’nin tutumuna karşı ABD yardımlarından medet uman dönemin Türkiye yönetimi, Truman Doktrini ile resmi olarak destek görmeye başladıktan sonra ülkede demokratik yapıyı yerleştirerek Batı’nın ilgi ve desteğini sürdüreceğine inandı.
ABD’nin, Türkiye’de çok yönlü olarak artan siyasi etkinliği de, Türkiye’de çok partili demokrasiye geçişi hızlandırdı. Çok partili rejime geçiş olarak nitelediğim bu süreç demokratikleşme açısından önemli bir adımdır ama demokrasiye geçiş değildir. Çünkü demokrasi kurumlar ve kurallar rejimidir. Çok partili seçimler demokrasinin araçlarından biridir. Bana göre Türkiye gerçek anlamda bir demokratik yapıya 1960 tarihinden sonra denetim mekanizmalarını gerçekleştirerek geçebilmiştir. Son yaşadığımız halkoylaması ile de maalesef yeniden 70 yıl önceye dönülmüştür.
1924 ve 1930’da yaşanan kısa süreli deneyimler haricinde tek parti sistemiyle yönetilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu rejimin daha fazla sürdürülemeyeceği anlaşılmış, ülkede bir muhalefet partisinin eksikliği hissedilmeye başlanmıştır. Savaş sonrasında Totaliter rejimlerin yaşadığı çöküntü ve demokrasilerin zaferinin de gözlemlenmesinin katkısıyla gelişen olaylar, Türkiye’de demokrasiye olan inanışı kuvvetlendirmiştir. (Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi: Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, İstanbul, AFA Yayıncılık, 1996, s. 127-129)
CHP’NİN 7. BÜYÜK KURULTAYI
Çok partili bir yapıya geçen ülkede cumhurbaşkanın bir parti genel başkanı olmasının sakıncaları görüşülmüş ve toplanan ilk kurultay da bu durum Genel Başkan Vekilliği geliştirilerek aşılmaya çalışılmıştır. Yaklaşan AKP Genel Kurulunda da Binali Yıldırıma bir makam arama tartışmalarını gazetelerden okuyoruz. Bu tartışmalarda Genel Başkan Vekilliği’de konuşulmaktadır.
CHP’nin 7. Büyük Kurultayı 17 Kasım 1947’de Ankara‘da Halkevleri salonunda toplanmıştır. Bu Kurultay CHP’nin iktidarda iken yaptığı son kurultaydır.
Kurultay, Genel Başkan Vekili Saraçoğlu’nun başkanlığında açılmıştır. Yoklamadan sonra Saraçoğlu, kurultay başkanlığı için verilen takrirleri okutmuş ve Şemsettin Günaltay ile İzmir delegesi Mehmet Orhun ittifakla kurultay başkanlığına seçilmişlerdir. (Vatan, 19 Kasım 1947)
Cumhurbaşkanı bu kurultayda uzun bir konuşma yapmıştır. İnönü bu kurultayda yaptığı konuşmada:
“Harp sonu hayatı ve karşı parti mücadelesi içinde geçen iki senelik tecrübe ise, benim şahsi durumuma hususi bir mana verdi. Demokratik rejimin bu yeni şartlar içinde gelişmesi devrinde, haklı ve haksız, benim bir parti lehine veya aleyhine tesirim, mübalağalı olarak görülmüştür. Partiler arasında çetin mücadelelere karışarak hükümler vermem zaruri oldu. Vatandaşın beni partilere karşı müsavi durumda görmeyi bir emniyet unsuru saydığını fark ediyorum. Cumhurbaşkanı bulunduğum müddetçe Kurultayın seçeceği bir zatın, bütün yetkileri ile, Parti Genel Başkanlığını yapması lüzumlu bir mahiyet almıştır…. Tüzük için teklif olunan şekli yani Kurultay’ın Genel Başkan Vekili seçmesi şekli, bütün yetkileri elinde bulundurmak şartıyla hukukça ve hükümce, benim vaziyetimi her türlü tereddütten kurtaracak mahiyettedir. Partinin bütün faaliyetlerine hâkim olacak ve milletvekili seçimini idare edecek Başkan Vekili, hakikatte partinin tam salahiyetli şahsiyet olacaktır” diyerek partiler karşında yansız bir Cumhurbaşkanı olacağını açıklamıştır.( CHP Yedinci Büyük Kurultayı, Ankara, 1948 (Tutanaklar),s.20)
Yukarıda anlatılanlardan da görüldüğü gibi haftasonu ülke demokrasimiz 70 yıl geriye gitmektedir. Bu durumdan kurtulmanın tek yolu Hayır’da birleşenlerinin yaklaşan ilk seçimlerde parlamenter sistemi güçlendirecek bir aday üzerinde anlaşması ve bu adayın seçimin alınması sonrası ülkenin yeniden demokratik işleyişe geçeceğini açıklayarak seçimi alması ile olacaktır.
Mahmut ASLAN
19 MAYIS 2017

9 Mayıs 2017 Salı

HİLE İLE SEÇİM KAZANDILAR AMA…



16 Nisan’da yapılan halkoylamasında şüpheli ve hukuksuz bir sayımın sonucunda evetin kazandığı ilan edildi,  ama bu halkın kabul edeceği bir sonuç değil. Halkın kabul etmediğini de yapılan eylemlerden, herkesin içine dolan isyan nidalarından görüyoruz.
Bu halkoylamasında ilk defa gezi döneminde bir araya gelebilen bir kitle Kürtler, milliyetçiler, sosyalistler, milli görüşçüler ve Atatürkçüler yeniden bir araya gelip bir kampanya yürüttüler. Bu kampanya sonucunda İstanbul, Ankara ve İzmir’in de içinde olduğu çok sayıda büyük ilde hayır önde çıktı.  Halkoylamasanın kazanı kesinlikle parlamenter sistemden yana olanlardır.

Seçimleri hukuka uygun olarak yapmakla sorumlu olan YSK hukuksuz kararından döneceğe benzemiyor. Yani milli irade diyenler, halkın iradesini yok sayarak seçimi kazandılar.

Hile ile kazandılar ama bu ülkeyi o kadar kolay yönetemeyecekleri görünüyor. Toplumun %50’sinin kabul etmediği anayasalar fazla uzun ömürlü olmazlar.

Bundan sonra ne mi yapacağız?

Sol memenin altındaki cevahiri karartmayacağız. ÖRGÜTLENECEĞİZ!

Varolan bütün örgütlerimizi güçlendireceğiz.

ÇYDD üye olup çocuklarımıza burs vereceğiz.

ADD üye olup düşünce üreteceğiz.

Pir Sultan Abdal Kültür Derneğine üye olup eşit yurttaşlık için mücadele edeceğiz.

Birleşik Kamu İş'e ve DİSK'e bağlı sendikalara üye olup emeğimizin hakkı için uğraşacağız.

Cumhuriyet ve Birgün gazeteleri gibi bağımsız kalmayı başarabilen yayınlara abone olup, doğru haber almaya çalışacağız.

CHP'ye üye olup iktidar olmak için çalışacağız.

Atalarımızın bir bildiği var ki şunu söylemişler: “Bir elin nesi var, iki elin sesi var...”

Ancak birleşerek ve örgütlenerek başarılı olururuz.

Bunun başka yolu yok.

Faşizm başka türlü yenilmez.

Mahmut Aslan
18.04.2017


7 Nisan 2017 Cuma

HAYIR İÇİN NOTLAR 2

EMEĞİN HAKKI İÇİN HAYIR!

AKP iktidara geldiği ilk günden bu yana her fırsatta emeğin hakkına saldırmaktadır. Siyasal İslamcılar tarih boyunca her ne kadar sosyal adaletten bahsetseler de vahşi kapitalizme köle olmuş, onlara hizmet etmiştir.

Türkiye’nin ölümlü iş kazalarında Avrupa’da birinci, dünyadada ikinci olması bu durumun en önemli göstergesi sayılabilir. Somut örnek vermek gerekirse, Soma’daki maden faciası hala hafızalardadır. Yüzlerce maden işçisi, denetimsizlik vb sebeplerle can verirken, siyasal iktidar işin fıtratı diyerek aradan sıyrılmaya çalışmış ve hatta hatta hak arayan madencilere tekme tokat saldırmıştır.

Benim de yakından takip ettiğim iki konuda AKP iktidarı kamuoyu baskısıyla en azından şimdilik geri adım atmış gibi gözüküyor. Bunlardan birincisi işçinin iş güvencesi olan kıdem tazminatlarının fona devreldilmesi diğeri ise bölgesel asgari ücret uygulama projesidir.

Kamu emekçilerini bekleyen en büyük tehlike de 657 sayılı kanunda değişiklik yapılarak memurun iş güvencesinin elinden alınması ve taşeron sistemin bir parçası haline getirilmesi.

Eğer Anayasa referandumunda getirilmek istenen değişiklik kabul edilirse sürekli gündem de tuttukları Kıdem Tazminatlarının Fona devredilmesi ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun kaldırılması bir kanun hükmünde kararname ile tartışmasız sorgusuz sualsiz hayata geçirilebilecektir.

İşçiler, memurlar tek adamın ağzına bırakılan bir değişiklikle onlarca yıllık birikiminiz ve iş güvencenizin elinizden alınmasını istemiyorsanız.

Hep beraber bir Hayır işlemelisiniz ve sandığa gidip “Hayır” demelisiniz.

AKP’NİN MECLİS GÜÇLENECEK İDDİASI,KOCAMAN BİR YALAN!

Evet kampanyası olanca hızı ile sürüyor. Yürüdüğünüz yollardaki reklam panoları, izlediğiniz televizyondalardaki reklamlar kısacası sağımız solumuz evet, evet, evet…

Bu büyüklüklükle bir propagandanın parti ve kişi olanakları ile yapılmayacağı gün  gibi ortadır. Tüm devlet olanakları, açılış yapılıyor bahanesi ile evet propagandası için kullanılmaktadır.

Yapılan yoğun bir propagandanın insanları bıktırdığını düşünmekteyim. Kısaca kendileri adına kaş yapayım derken göz çıkarıyorlar.Bu da “Hayır” için önemli bir kazanç.

Çoğunlukla gözüme çarpan, gözümüze sokulan bu yoğun propagandanın en belirginleşmiş sözlerinden birisi Meclis’te vekil sayısının 550’den 600 çıkarılması ve Meclis’in güçlendirileceği iddiası.

Bu değişiklikle Meclis’i güçlendirmek bir kenara dursun, anlamsızlaştırıyor işlevsiz hale getiriyor. Üstelik, vekil sayısının 600’e çıkarılmasıyla milletin sırtına ekstra bir külfet getiriliyor.

Meclisin fesh edilmesi gibi Meclis’i yok edecek bir maddenin yanı sıra denetim mekanizmaları olan meclis araştırması, gensoru ve soru önergeleri ortadan kaldırılması da işin diğer önemli boyutu.

Bunların dışında eski bir meclis çalışanı olarak dikkatimi çeken çok önemli bir nokta daha var.

Günümüzde  meclisin en önemli kanunu olarak bildiğimiz, komisyonlarda aylarca tartışılan,siyasetle ilgisi olanların televizyon karşısında merakla izlediği bütçe kanunu. Bütçe yapma yetkisi meclisten, milletvekillerinden alınıp yapılmak değişiklilkle partili Cumhurbaşkanına verilecek.

Peki bu partili Cumhurbaşkanı bütçeyi yapıp meclise yolladıktan sonra ne olacak? Milletvekillerinin oyuna sunulan bütçeye, milletvekillerinin tamamı (600 vekil) hayır verse bile bir şey değişmiyecek. Partili Cumhurbaşkanı yani “Başkan” bir önceki yılın bütçesine belli bir oranda artış yaparak bütçeyi geçirecek.

Hani meclis güçleniyordu beyler ve bayanlar…

600 vekilin red ettiği bir teklifin geçtiği meclis, güçlü meclis değildir, yok hükmündedir.

Bu nedenle güçlü Meclis istiyenlerin oyu “Hayır” olmalıdır.

Mahmut Aslan
07.04.2017