12 Temmuz 2018 Perşembe

İSTİFA ONURLU BİR MEKANİZMADIR!

Seçimden tam on sekiz gün önceydi.  “Memleket Biziz” grubunun çağrısı üzerine seçim güvenliği ile ilgili bir toplantıya katıldık. Toplantıya, Adil Seçim Platformu’ndan CHP Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Onursal Adıgüzel’in danışmanı genç bir arkadaş katıldı ve bizlere kurdukları sistemi anlattı. Bizim gibi, “Önce sandık başına, sonra sandık peşine!” diyen onlarca kişi de bu toplantıya katılmıştı.
O genç arkadaşın anlattıkları bize umut vermişti. Toplantı sırasında, “Umarım söylediğiniz gibi olur. Geçen seçim de böyle sistemler kuruldu ama çalışmamıştı.” dediğimi iyi hatırlıyorum.
Seçim günü sistem çalışmadı ve herkes AKP’nin yayınladığı sonuçları kabullenmek zorunda kaldı.
Dün sabah telefonuma bir mesaj düştü. Toplantıda yanımda oturan çoktan emekli olup eleğini asmış kendi hâlinde bir öğretim üyesi büyüğüm şöyle yazmış:
“Mahmut, kafama takılıp duruyor. Mimarlar Odası Ankara şube salonunda senin de katıldığın Memleket Biziz önderliğinde Adil Seçim Platformu toplantısında Onursal Adıgüzel’in danışmanı adını Sedat diye anımsadığım genç bir arkadaş konuşmuştu. Ne demişti o genç arkadaş? Adil Seçim Platformu’ndan bağımsız  (yani parti olarak CHP’de) ıslak imzalı tutanaklar bir bir taranacak. YSK ise her 3 dakikada bir kendine ulaşan tutanakların görüntüsünü yayınlayacak. Partide kurulmuş müthiş bilişim üssünde, bu görüntüler ile eldekiler sürekli karşılaştırılacak. Bir uyuşmazlık varsa otomatik olarak itiraz edilecek.
Bu kadar iyi bir düzen vardı da, neden bir açıklamada bile bu karşılaştırma sonuçları net sayılarla ve itiraz edilecek olanların kaç tane olduğuyla ilgili bilgi verilmedi?  Neden her açıklama için 2,5 – 3 saat beklendi? Neden bu büyük eksiklik hiç sorulmadı?”
Bana, bu mesajı atan hocamın aklına takılanlar sanırım o gün o toplantıya katılan; ayrıca seçim öncesi bir canlı yayına katılan Onursal Adıgüzel’in konuştuklarını dinleyen bütün seçmelerin kafasına takıldı ve bu soruların hâlâ cevabını aramaya devam ediyoruz.
Biz, soruların cevabını aramaya devam ederken Onursal Adıgüzel twitter adresinden, “CHP’nin sistemi çalışmadı yalanıyla bizleri hedef gösterme gayretleri boşa çıkınca şimdi de Adil Seçim Mobil Uygulaması’na 7 milyon lira ödediler yalanıyla sahneye çıktılar. Sözüm ona bu gazeteciler, beni arayıp maliyeti sorsa faturaları gönderebilirdim. Faturalar ektedir.” diyerek el yazısı ile yazılmış faturaları yayınladı.
Sayın Adıgüzel sistemin çalıştığını söylüyor ama bizler tam tersini yaşadık.
SEÇİM GÜNÜ YAŞADIKLARIM
Seçim günü sabah oyumu kullandım. Oy kullandığım okul Cumhuriyet Halk Partisi’nin çok yüksek oy aldığı bir okul, sandıklardan oy çalınma ve sandık sonuçlarının yanlış yazılma olasılığının olmadığı bir okul.  Bu okulda sandığı koruyacak çok kişi de olduğundan AKP oylarının yüksek bir oy aldığı bir okulda müşahitlik yapmaya daha önce karar vermiştim.
Benim gibi düşünen eski bir milletvekili arkadaşımın üniversitede hukuk okuyan kızı ve eşi de sandıkları korumak için Bilkent’te oy kullandıktan sonra beni aramışlar ve ben de onları müşahit eksikliği olan Mamak Akdere’de bulunan Oğuz Kaan İlkokulu’na yönlendirmiştim. Onlar, o okula gittiği sırada ben de seçim güvenliği için kurulmuş whatsapp grupları üzerinden müşahit eksiği olan yerleri belirleyip gruba yazmaya ve tanıdığım kişileri müşahit eksiği olan yerlere yönlendirmeye çalışıyordum.
Öğleden sonra ben de hem arkadaşımın eşi ve kızını yalnız bırakmamak hem de oy sayımına yardım etmek için Akdere’de bulunan Oğuz Kaan İlkokulu’na gittim. 3014 numaralı sandıkta müşahitlik yapmaya başladım. Sandıkta CHP görevlisi yaşlı teyze dünyadan bihaber orada bulunanlara çay demleyip veriyordu. Gider gitmez, “Ablacım, sabah sayımda kaç zarf ve oy pusulası çıktı sayıları alabilir miyim?” dedim. Abla, “Ben bilmiyorum. Başkan yazdı. Onda var.” dedi. Her sandıkta bir görevlinin olması önemli; ama görevinin anlamını bilmeyen ve hakkını vermeyen biri olursa olacağı budur, diyerek sınıfın içerisinde bulunan bir sıraya oturup sayım saatini bekledim.
Sıra sayıma geldiğinde RTE çok yüksek bir oy almıştı. MHP bile CHP’den yüksek oy almıştı. Sandıkta fazla çıkan bir AKP ve MHP oyunun iptal edilmesini sağlama mutluluğu dışında yüzüm düşmüştü. Sandık sonuçlarını yukarıda yazdığım toplantıda öğrendiğim Adil Seçim uygulamasına gireyim dedim.  Cumhurbaşkanlığı seçim sonucunu girebildim. Sonra milletvekili seçim sonuçlarını girebilmek için baya bir uğraştım, olmadı. CHP’nin okul sorumlusunun yanında tüm okulun sonuçlarını ilçe seçim kurulundan önce sisteme girme gayreti ile epey bir uğraştık ama sonuçları giremedik. Yani sistem çalışmadı.
Şimdi yukarıda aktardığım tweeti atan genç milletvekili arkadaş, sistemin çalışmamasını yalan olarak niteleyerek yükümlülüğünden kaçmaktadır.
Sistemin çökmesi bizler gibi Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin de o gece sonuçlara itiraz etmesine engel olmuştur.
Cumhuriyet tarihinin en önemli seçiminde yapılan bu hata öylesine başkalarını suçlayıcı tweetlerle aşılamaz. Bunun sorumlusu olan kişiler onurlu bir şekilde basının karşısına çıkıp, “Kurduğumuz sistem çalışmadı. Bize umut bağlayan milyonlardan özür diliyor ve görevimden istifa ediyorum.” demelidir. İstifa onurlu bir mekanizmadır.
 6 Temmuz 2018

SEÇİMLER VE SONRASI

Türkiye tarihinin en önemli seçimlerini geride bıraktık. Artık parlamenter rejimden, ne olduğu tam belli olmayan bir başkanlık rejimine geçiş yaptık.
Recep Tayyip Erdoğan %52.5’luk oy oranı ile yeni rejimin ilk devlet başkanı oldu. En yakın rakibi Muharrem İnce ise %30.7’lik bir oy oranını yakaladı. Diğer adaylar ise beklenilen oy oranın altında kaldığı için seçim ikinci tura kalmadan ilk turda sonuçlanmış oldu.
AKP %7’lik oy azalmasına rağmen seçimlerin birinci partisi olarak yoluna devam ediyor. Kazandığı 295 milletvekili sayısı ile parlamento çoğunluğunu ise kaybetmiş durumda.
AKP Cumhur İttifakında beraber yer aldığı MHP’nin 49 milletvekiline her durumda muhtaç durumda. Ayrıca iki parti bir araya gelse bile bir önceki parlamentoda olduğu gibi anayasa değişikliğini halkoylamasına götürecek çoğunluğu yakalayamıyor.
Yeni düzen de anayasa değişikliği için 400, değişikliği halk oylamasına götürmek için ise 360 milletvekiline ihtiyaç duyuluyor. AKP ve MHP’nin milletvekili toplamı 344’de kalıyor.
Böyle bir sonuç alınmasında İYİ Parti’nin çıkardığı 43 milletvekili ile HDP’nin baraj aşıp 67 milletvekili alması önemlidir.
HDP’nin kendi seçmen tabanı olan bölgelerden oy kaybettiği batıdan da oy arttırdığı gözlemlenmektedir.
İYİ Parti ise kendilerinin yüksek oy beklediği Selçuklu Hilali olarak isimlendirdikleri illerden yeterli oy alamamıştır. Saadet Partisi ise seçim boyunca bekledikleri oyun yanına yaklaşamamış ama aldığı oylarla CHP’nin uzun yıllardır milletvekili çıkaramadığı Kütahya, Elazığ, Yozgat ve Urfa gibi illerden milletvekili çıkarmasını sağlamıştır.
Yukarıdaki sonuçlara göre muhalefet geçen seçimlere göre kazançlı durumda ama rejim değişikliği olduğu için parlamentodaki bu durum bakanları, üst düzey bürokrasiyi atama ve bütçeyi yapma yetkisi bulunan yeni başkan Recep Tayyip Erdoğan için çok da bir şey ifade etmiyor.
Kısa ve net olarak ifade etmek gerekirse Cumhur İttifakı ve Recep Tayyip Erdoğan kazandı. Millet İttifakı ve diğer adaylar ise kaybetti.
Muhalefet adına yapılması gereken sonuçların doğru analiz edilip ona göre yeni bir strateji belirlenmesidir.
Bu stratejiyi belirleyecek olansa Cumhuriyet Halk Partisi’dir.
NE OLACAK BU CHP’NİN HALİ?
Her seçim sonrası olduğu gibi ne olacak bu CHP’nin hali soruları gündemimizi meşgul etmeye devam ediyor.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin geçen seçimde aldığı %25 oy oranı 3 puanlık azalma ile %22’ye gerilemiş durumda. CHP seçmeni stratejik olarak bu veya şu partiye oy verdi diye analiz yapmak ise yanlış. Partinin görevi kendi oyunu korumaktır. Bu konuda seçmeni ikna etmektir.
Bu sonuçların ardından partinin başında bulunan Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve hizbinin istifa edeceği yönündeki beklenti gerek seçmen nezdinde gerekse parti üyeleri nezdinde çok yüksekti. Ancak beklenilen olmadı.  Kemal Kılıçdaroğlu’nun medyanın önünde geçip seçimin kazananı olduğunu açıklaması ise herkesin aklıyla dalga geçmektir.
Yapılması gereken nettir. Bülent Ecevit’ten sonra CHP’nin başına genel başkan gelmiştir ama lider gelmemiştir. Ta ki elli gün öncesine kadar. Elli gün önce Cumhurbaşkanı adayı olan Muharrem İnce gösterdiği performansla lider olmuştur. Şimdi yapılması gereken lidere partiyi teslim etmektir.
27.06.2018

BAŞARACAĞIZ!

Bu hafta sonu Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimi için sandığa gideceğiz. Seçimler öncesi onlarca anket yayınlandı. Bunların birçoğu manipüle edilmiş masa başı anketleri. Namuslu bazı anket şirketi sahipleri bu dönemde anket yapmanın zor olduğundan insanların buna cevap vermekten çekindiği dile getirdiler.
Baskı rejiminde ankete doğru cevap vermekse büyük yiğitlik…
Gerçekçi bir anket arıyorsanız, en son yapılan referandumun sonuçlarına bakın. Toplumun %50’den fazlası birçok baskıya, adil olmayan bir propaganda sürecine rağmen tek adama HAYIR diyebildi.
Hayır diyenler taş gibi yerinde duruyor. Evet cephesindense kitlesel kopuşlar olmaya başladı. Çünkü Referandum sürecinde evet cephesinden, referandumdan evet çıkarsa ekonominin düzeleceği, terörün sona ereceği gibi söylemler dile gelmişti. Ülke uçacaktı…
Bu söylemlerin doğru olmadığını halkımız yaşayarak görüyor. Ekonomik kriz günden güne derinleşiyor. Ulusal paramız diğer ülke paralarının karşısında gittikçe değer kaybediyor. Enflasyon rakamları son yılların en yüksek seviyesinde. İşsizlik almış başını gidiyor.
Terör konusunda ise her gün şehit haberlerini gazetelerde ve televizyonlarda kısa bir haber olarak okumaya devam ediyoruz.
Ekonomi ve terör konusu dışında halkımızın en çok çektiği konu eğitim sisteminin yapboza dönmüş durumu. Her bakanla sistemin alt üst edilmesi. En cahil denilen kitle bile çocuğunun imam değil, doktor, mühendis olmasını istiyor. Eğitim sistemimizin durumu bu kitlenin hayallerinin gerçekleşmesine engel.
Evet, ülke uçuyor ama uçurumdan aşağıya…
İktidar cephesine oy verenlerin büyük bir kesimi yaşananları görüyor. Görmeyen yok mu? Elbet de var. Onlar iktidardan nemalananlar ve holiganca oy veren kitle… Ama bu kitle bu sefer Cumhur İttifakının seçimi kazanmasına yetmeyecek.

MUHARREM İNCE’NİN PERFORMANSI
Referandum sırasında yazmıştım. Seçimi alacağız ama buna Hayırcılar inanmıyor diye. Netice de seçimi kazandık ama YSK hilesi ile kazandılar.
Bu sefer inanmışlık durumu çok farklı, herkes seçimi kazanacağımıza inanıyor ve bu inançla çalışıyor. Bunun sebebi ise Muharrem İnce’nin gösterdiği inanılmaz performans ve toplumda yarattığı rüzgâr…
Muharrem İnce’yi diğer adaylardan farklı yapan ise toplumun dilinden anlaması, hazırcevaplığı ve korkusuzca bildiklerini dile getirmesi.
İnternette okuduğum artık anonimleşmiş laf ise onun bu performansına verilen notu ne güzel dile getiriyor: “CHP yıllarca Messi’yi yedek tutup Sabri’yi oynatmış!”
Muharrem İnce’nin mitinglerindeki katılımın yüksekliği tek şey söylüyor: BAŞARACAĞIZ!
Bu iş TAMAM!
21.06.2018

CHP’de TÜZÜK NASIL OLMALI?

Yurdumuzda demokrasi askıya alınmış durumdadır. Aklı başında ve çıkarları olmadan ülkesini seven herkesin gördüğü gibi ülkemizde yapılan bütün her şey bir tek kişinin talimatları doğrultusunda gerçekleşiyor.
Bu durum partilerimiz açısından da farklı değil. Parti’nin lideri kimse onun her dediği olmaktadır. Mühür kimdeyse hükümdar odur kısacası… Koltuğa oturan bir daha kalkmamaktadır. Bunu en son MHP’de geçtiğimiz yıllarda yaşananlardan gördük. Delege çoğunluğu muhaliflerde olmasına rağmen Devlet Bahçeli ne derse o oldu. Bunun sonucunda da yeni bir parti doğdu.
Aslında partilerimizdeki anti demokratik uygulamaların dayanağı 12 Eylül’ün çıkardığı  2820 sayılı Siyasi Partiler Yasasıdır. Bu yasa demokratik bir hale getirilmeden siyasi partilerde ve ülkede demokrasiden bahsedemeyiz.
Bütün siyasi partilerimiz içinde bir parti diğerlerine göre daha demokratik görünüyor: Cumhuriyet Halk Partisi.
Kısıtlı da olsa önseçim yapması, her şeye rağmen kurultaylarında iki adaylı bir yarışın yaşanması, parti meclisi üyeliği için yüzlerce adayın çıkabilmesi diğer partilerden farklı bir yapıda olmasının göstergesidir.
Siz başka bir partide çok adaylı bir seçimin söz konusu olduğunu duydunuz mu?
AKP’de hiç iki adaylı bir il ya da ilçe kongresi haberi okuyanınız var mı?
Diğer partilerden farklı uygulamaları olmasına, görece daha demokrat olmasına rağmen gerçek bir demokratik sistem Cumhuriyet Halk Partisi’nde de söz konusu değil.  Demokrasinin olmamasının altında tüzükte bulunan birçok madde yatmaktadır. Bu maddeleri tek tek yazmak yerine tüzüğe dayanılarak yapılan uygulamaları kısaca sıralamakta fayda var.
  • Önseçimin gerçek anlamda seçimle gelinen yerlerde uygulanmaması, milletvekillerinin, belediye başkanlarının çoğunluğunun atama ile aday gösterilmesi,
  • Genel Başkan adaylığı için %10 delege imzası, (12 Eylül seçim barajı gibi)
  • Çarşaf Liste uygulamasının zorunlu olmaması, bazı il ve ilçe kongrelerinde blok listenin uygulanması,
  • Parti Meclisi seçimleri çarşaf liste ile yapılmasına rağmen, Genel Başkan’ın anahtar liste çıkarması,
  • Genel Başkanın seçimlerde başarısız olması durumunda görevden ayrılmaması ve durumu belirten bir zorunluluğun olmaması,
  • Genel Başkanın MYK’nın tamamını seçmesi,
  • Parti Meclisi’nin bir karar organı gibi değil de danışma organı olarak görülmesi,
  • Gerçek anlamda kadın ve gençlik kotasına uyulmaması,
  • Üyelik hukukunun oluşmaması, 1 milyon 200 bin üyenin birçoğunun atıl olması ve parti ile doğrudan ilişki kuramaması,
  • Parti içi eğitim verilmeden, eş, dost, akraba, yöre, mezhep bağlantıları ile üyeliklerin yapılması,
  • Danışma kurullarının zamanında toplanmaması, toplanmadığı takdirde il ve ilçe örgütlerine bir yaptırım uygulanmaması,
  • Genel Merkez Yöneticilerin ve özellikle belediyelerin bulunduğu yerlerde Belediye başkanlarının ellerindeki güçle ilçe ve il kongrelerine müdahil olmaları vb. uygulamalardır.
Hafta sonu yapılacak Cumhuriyet Halk Partisi Tüzük Kurultayı için sunulan taslak metinde yukarıda demokrasiye aykırı olarak yazdığımız birçok başlık aynen durmaktadır. Hatta bazı değişiklik önerileri ile daha anti demokratik bir tüzük ön görülmektedir.
Demokratik bir tüzük yapılmak isteniyorsa, yukarıda yazdığımız maddelerin tüzükten kaldırılması için çalışma yapılması yeterlidir.
Siyasi Partiler Yasası bize antidemokratikliği dayatıyor diye anti demokrat olmak zorunda değiliz. Bu tüzük kurultayında yapılacak değişikliklerle, HDP’nin eş başkanlık uygulamasında olduğu gibi, ortaya koyacağımız uygulamalarla ülkeye demokratik bir tüzük örneği sunulmalıdır.
Bunu yapacak irade Kurtuluşun ve Kuruluşun partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin delegelerinde bulunmaktadır. 2019 seçimleri öncesi CHP’de sağlanacak demokratikleşme ülkeye de yansıyacaktır.
09.03.2018

6 Mart 2018 Salı

ORTANIN SOLUNDAN DEMOKRATİK SOLA CHP


ORTANIN SOLUNDAN DEMOKRATİK SOLA CHP

Cumhuriyet Halk Partisi bu hafta sonu yapılacak bir tüzük kurultayı ile tüzüğünde çeşitli değişiklikler yapacak. Bu değişikliklerden biri tüzükte yazan CHP demokratik sol bir partidir ifadesinin sosyal demokrat bir parti olarak değiştirilmesidir. Pek çok insan bunda ne var ki ha demokratik sol, ha sosyal demokrat parti diyecektir. Ama işin aslı pek de öyle basit değildir.

Cumhuriyet Halk Partisinin birinci parti olduğu ve tarihinin en yüksek oyunu aldığı 1970’li yıllar, CHP’nin söylemleriyle ve eylemleriyle daha solda olduğu yıllardır.  O dönem Cumhuriyet Halk Partisi kendisini demokratik sol bir olarak tanımlamıştır.
Demokratik Sol tanımın neden ve nasıl CHP tüzüğüne girdiği bu yazının ana konusudur.

ORTANIN SOLUNA GEÇİŞ

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra çok partili siyasi hayata geçiş denemeleri olmuştur. Bu denemeler sırasında partiler arasındaki ayrım sağ, sol yerine devletçi ya da serbest ekonomiden yana olanlar diye yapılmıştır.

27 Mayıs 1960 İhtilali’nden sonra, Kurucu Meclis tarafından hazırlanan Türkiye tarihinin en demokratik ve özgürlükçü anayasası olarak kabul edilen 1961 Anayasa’sı halk oylaması sonrasında kabul edilerek yürürlüğe girmiştir.

Bu anayasanın yürürlüğe girmesi ile Türkiye’de gerçek anlamda Sağ ve Sol’da yer alan partilerden söz edilmeye başlanmıştır. Kapatılan Demokrat Parti’nin devamı olarak kurulan Adalet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi merkezde ve liberal bir çizgide (sağda) yer almıştır. Sosyalist anlayışıyla kurulan, Türkiye İşçi Partisi (TİP)’nin tam solda yer alması partiler yelpazesinde yerlerin belirlenmesi yönünden daha etkili olmuştur.

Cumhuriyet Halk Partisinin siyasetin hangi yelpazesinde yer aldığını belirleyen önemli adımlardan ilki 1961 Kurultayında ilan edilen “Temel Hedefler Beyannamesi” ikincisi 1964 Kurultayında raportörlüğünü Bülent Ecevit’in yaptığı “İleri Türkiye Ülkümüz” bildirisi ve en sonuncusu da İnönü’nün “Orta’nın Solundayız” açıklamasıdır.

Ortanın Solundayız açıklamasının yapılmasında o dönemde aydınların ve emekçi kesimin desteğini almakta olan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP), gelişmesi ve güçlenmesi etkili olmuştur.
Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın “CHP Ortanın Solunda” yazısında değindiği gibi: “Aslında CHP kuruluşundan başlayarak uyguladığı halkçılık programı, ekonomi siyasası ve hele 1930'larda ilke haline getirdiği devletçilik uygulaması ile sol eğilimli bir parti idi. İnönü de bu gerçeği şöyle belirtmişti: "Aslında laikiz dediğimiz günden beri ortanın solundayız. Halkçıysan ortanın solunda olursun!" Ancak parti şimdi Ortanın Solu gibi yeni bir tanımlama ile yenilikçi atılımlara girmek istediğini açıklamış oluyordu.

Cumhuriyet Halk Partisi “Ortanın Solu” sloganı ile Partinin sol bir parti olduğunu açıkladıktan sonra 1965 Genel Seçimi ve 1966 Senato seçimlerine girmiştir. (1961-1980 arasında iki meclisli bir yönetim biçimi bulunmaktaydı.) O dönem sağ partililer tarafından  ‘Ortanın solu, Moskova’nın yolu’  sloganı kullanılmıştır. Bu iki seçimde de CHP oyları tarihinde ilk defa %30’nun altına inmiştir.
Böylesine başarısız seçim sonuçları sonrasında ise parti içinde bir grup ortanın solu sloganın başarısızlığını dillendirirken, diğer bir grupta slogandan çok içeriğin doldurulamadığı konusu dile getirmiştir.
PARTİDE BÖLÜNMELER VE ECEVİT’İN GENEL BAŞKANLIĞI
1966 Kurultayında ortanın solunu savunanlar ve karşıtları bilek güreşine girmiştir. Divan başkanlığı adaylığında ciddi bir yarış yaşanmıştır. Ortanın Solu taraftarlarının adayı 1990’da siyasal bir cinayete kurban verilen Muammer Aksoy ve karşıtlarının adayı ise Sırrı Atalay olmuştur. Seçimi ortanın solu taraftarları sadece 74 oy farkı ile kazanmışlardır. En büyük yarış parti meclisinde yaşanmıştır. Seçimler sonrasında PM’ye 3 grup girmiştir: “ Ortanın Solu Grubu, Göbekçiler ve Ortanın Sağı grubu”. Bu kurultay sonrasın da toplanan parti meclisi toplantısında “Ortanın Solu” kitabının yazarı ve bu düşüncenin en büyük savunucu olan Bülent Ecevit Genel Sekreterliğe seçilmiştir.
Partide ortanın solu kavramı ile yaşanan tartışmalar ilerleyen yıllarda bölünmelere sebep olmuştur. Turhan Feyzioğlu ve arkadaşları 1967 yılında ayrılarak Güven Partisi’ni kurmuşlardır. 1972 yılında ise Kemal Satır ve arkadaşları partiden ayrılarak Cumhuriyetçi Parti’yi kurmuştur. Bu iki parti 1973 yılında birleşmiş ve Cumhuriyetçi Güven Partisi adını almıştır. İlerleyen yıllarda CGP Milliyetçi Cephe hükümetlerinin koalisyon ortağı da olmuştur.
12 Mart 1971 tarihinde yaşanan askeri muhtıra sonrasında İnönü ve Ecevit arasında Hükümette kalınması ve çekilmesi konusunda tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmalar sonrasında Bülent Ecevit Genel Sekreterlik’ten ayrılarak, İnönü’ye bayrak açmış ve örgütleri dolaşmaya başlamıştır.
6 Mayıs 1972 tarihinde yapılan Kurultay’da İnönü bütün ağırlığını koyarak Ecevit ve arkadaşlarını partide istemediğini açıkça söylemiştir. Buna rağmen istediğini alamayan İnönü önce Genel Başkanlıktan daha sonra ise CHP’den istifa etmiştir.
Bülent Ecevit 14 Mayıs 1972 yılında yapılan kurultayda Genel Başkan olmuştur. Ortanın solu hareketine başından itibaren sahip çıkan Ecevit bu konudaki önderliğini bu kez Genel Başkan olarak sürdürecektir.
Ecevit önderliğinde girilen ilk seçimler olan 1973 seçimlerinde CHP oylarını % 33,3 oranına yükselterek birinci parti olmuştur. Bu sonuçlar ortanın solu hareketin halka yönelen siyasal söyleminin, halkta bir iz bıraktığını ve desteklendiğinin gösterilmesi açısından önemlidir.
DEMOKRATİK SOL’UN TÜZÜĞE GİRİŞİ
Ak Günlere 1973 seçimlerinde CHP’nin kullandığı ana sloganıdır. (AKP’nin AK’ı bile buradan esinlenme değil de nedir?) Bağımsız Türkiye, Atatürk ilkeleri, Halk sektörü, toprak reformu, bu düzen değişmelidir, Akgünlere, ne ezen ne ezilen insanca hakça bir düzen, toprak işleyenin su kullananın, Kalkınma Köylüden başlayacak gibi birçok sol, eşitlikçi söylem bu yıllarda Bülent Ecevit tarafından sade ve anlaşılır bir dille halka anlatılıyordu.

Bu seçimlerde Ortanın Solu kavramı giderek daha az telaffuz edilmeye başlamış yerine Sosyal Demokrasi ve Demokratik Sol kavramları daha çok kullanılır olmuştur.

1973 seçimlerinde kullanılan marşlarda da Demokratik Sol slogan mevcuttur: “Halkçı devrimci gençleriz/ Emperyalizmi ezeriz/ Savulun hey satılmışlar/ Demokratik Sol geliyor.

Önceleri birbirinin yerine kullanılan demokratik sol ve sosyal demokrat kavramlarından 1974 sonrasında Demokratik Sol kavramı, sosyal demokrat kavramının yerine tercih edilmiştir. 1974 yılında CHP tüzüğüne, 1976 yılında ise programa giren “Demokratik Sol” partinin resmi ideoloji haline gelmiştir. Kavramın temsil ettiği misyon Ecevit’e göre şöyleydi: “Kimsenin kimseyi ezmeyeceği, sömürmeyeceği, insan kişiliğinin her türlü toplumsal engelden kurtulmuş olarak özgürce gelişebileceği, dinamik, yaratıcı ve hakça düzen kurmaktır.”

Demokratik Sol’un sosyal demokrasi kavramının yerine seçilmesinin ana nedenlerinden biri o dönemdeki ihtilalci solla arasına mesafe koyma ve batıda sosyal demokrat kavramımın Marksist kökenli olması ve onlardan ayrılmasından kaynaklı Marksistler tarafından yapılan eleştirilerdir. Bülent Ecevit, İsmail Cem’e 1975 yılında verdiği bir röportajda bunu şöyle anlatmıştır : “Ben bizim sol anlayışımızın, özgürlükçü demokrasi anlamında demokrasiye ağırlık veren bir sol anlayışı olduğunu özellikle belirtme gereğini duydum. Demokratik sol terimini seçişimizin nedenlerinden biri budur. Biri de, son günlerdeki sohbetlerimden birinde belirttiğim gibi, bu terimi sosyal demokrasiye tercih ettim. Çünkü sosyal demokrasi Marksist kökenlidir genellikle. Onun için de o kökenden uzaklaşıldığını iddia edenlerin birtakım teorik eleştirilerine hedef olur. Bizim kökenimiz değişik olduğuna göre, o eleştirilere kendimizi muhatap tutmamızın gereği yoktu.”

Aslında Demokratik Sol kavramı Atatürkçülükle, solun sentezidir. Ecevit bu sentezi yayınlanan 1974 yılında yayınlanan Demokratik Sol Broşürün 17. Sayfasında şöyle anlatmıştır: “Bizim solculuğumuz kendimize özgü, diğer sol hareket ve düşüncelerden esinlenmeyen, kendi kültürümüzden esinlenen sınırlarını halkımızın çizdiği bir sol harekettir.”

5 Haziran 1977’de yapılan Milletvekili Genel Seçiminde CHP % 41,4 oy oranıylabirinci parti olarak çıkmıştır. Bu oy oranı çok partili siyasal hayata geçtiğimiz günden bugüne solun aldığını en yüksek oy oranıdır.

CHP tüzüğüne birçok tartışma sonrasında giren Demokratik Sol kavramının Sosyal Demokrasi kavramı ile değiştirilmesi yukarıda tarihsel olarak değindiğimiz koskocaman bir ideolojik mücadelenin silinmesi demektir. Cumhuriyet Halk Partili delegenin bu yanlışa geçit vermeyeceğini düşünmekteyim.

27 Şubat 2018 Salı

LAİKLİĞİN TEMELİ 3 MART DEVRİM YASALARI


LAİKLİĞİN TEMELİ 3 MART DEVRİM YASALARI
Tarih: 3 Mart 1924  
Yer: TBMM/Ankara 
Attila İlhan’ın üç devrim üzerine kurulu dediği Cumhuriyet devriminin ilk ikisi olan “Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı ve padişaha karşı demokratik devrim” aşamaları geride bırakılmış. Üçüncü aşama olan “toplumun ümmet aşamasından millet aşamasına dönüşümü” için harekete geçilmiştir.
Günümüzdeki küresel ısınmadan dolayı Mart ayının böyle bahar gibi geçtiğine bakmayın. O dönemin Ankara’sı kar, boran, fırtına altındadır. Meclis binasının içinde mebuslar toplanmış, içeride yanan gürül gürül sobanın sıcaklığından çok, o gün çıkaracakları önemli yasalardan dolayı içlerindeki devrim ateşinden kaynaklı mebusların içi alev alev yanmaktadır.
O gün meclise gelen yasalarla “Halifelik kaldırıldı; Şeriye ve Evkaf Vekâleti (Din ve Vakıflar) ve Erkânı Harbiye Bakanlığı (Genel Kurmay)  kaldırıldı ve Tevhidi Tedrisat (Eğitimde Birlik) sağlandı.
Bu üç yasanın her biri başlı başına birer devrimdir. O yüzden bu üç yasanın kabul edildiği günü kutlayan cumhuriyet aydınları bu yasalara “3 Devrim Yasası” ismini vermiştir.
HİLAFETİN KALDIRILMASI
Halifeliğin kaldırılışı tek başına çok büyük devrimdir. Bugünden baktığımızda bile bu yasanın geçmesinin ne kadar zor olduğu ortadır. Gelin beraber bir düşünelim o yıllardaki insan yapımızı. Okuma yazma oranı diplerde, yıllarca dini taassupla yetişmiş ve halifeye kul olduğunu düşünen bir ümmet… Böyle bir ümmet yapısıyla yapılanları aklınız almıyor değil mi? 94 yıl sonra ülkemiz iktidarına sahip olanların Halifelik hülyaları kurduğunu bile düşündüğümüzde bu olayın ne kadar büyük bir devrim olduğu ortaya çıkıyor.
Mecliste bu yasa geçerken neler olduğunu Mahmut Goloğlu’nun İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-1 (1924-1930),  Devrimler ve Tepkileri kitabından aktaralım:
Meclis Başkanı Fethi Bey, Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ile elli üç arkadaşının 'Halifeliğin Kaldırılması Ve Osmanlı Soyundan Olanların Türkiye Dışına Çıkarılması' hakkında bir kanun teklifi verdiklerini, bu teklifin de, ötekiler gibi, Komisyonlara gönderilmeden hemen görüşülmesinin istendiğini bildirdi. İstek kabul edildi ve teklif okundu. Teklifin gerekçesinde şöyle deniyordu:
Türkiye Cumhuriyeti'nin içinde 'Halifelik Makamı'nın varlığı sebebiyle Türkiye, iç ve dış politikasını iki başlı olmaktan kurtaramadı. Bağımsızlığında ve ulusal yaşantısında ortaklık kabul etmeyen Türkiye, görünüşte ya da dolaylı ikiliğe dayanamaz. Yüzyıllardan beri Türk milletinin felaket sebebi ve sonunda fiilen ve antlaşmalı olarak Türk İmparatorluğu'nun çökmesine vasıta olan Padişah Ailesi'nin, Halifelik kılığı içinde, Türkiye'nin varlığına daha da etkili bir tehlike oluşturacağı ağır tecrübelerle kesin olarak anlaşılmıştır. Bu ailenin Türk ulusu ile ilişkili olan her durumu ve gücü, ulusal varlığımız için tehlikedir. Esasında Halifelik, ilk İslam emirliklerinde, 'hükümet' anlam ve görevinde ortaya çıkarılmış olduğundan, bütün dünya ve din görevlerini yerine getirmekle yükümlü olan çağdaş İslam hükümetlerinin yanında ayrıca bir halifelik makamı bulunmasının sebebi yoktur. Gerçek budur. Türk milleti kurtuluşunu koruyabilmek için gerçeğe uymaktan başka bir davranışı seçemez.

Bu yasa bir gün önce Halk Partisi grubunda oylanıp geçtiği için yasaya karşı hiçbir Halk Partili mebus teklifin aleyhinde konuşmadı. Gümüşhane Mebusu Zeki Bey ise, İkinci Büyük Millet Meclisi'ne bağımsız olarak gelen bir kaç mebustan birisiydi. Halk Partisi'ne girmeyerek bağımsızlığını devam ettirmiş ve Halk Partisi Grubu'na karşı teklifin aleyhinde konuşabilme imkânına sahip bulunan tek mebustu. Zeki Bey meclis kürsüsünden Hilafetin kaldırılmaması gerektiğini, kendisinin müthiş bir İslam birliği savunucusu olduğunu söyleyerek, yasanın kabul edilmemesi gerektiğini söylemiştir.
Bu arada bir parantez açarak mebus Zeki Bey’e bir cevap vermek gerek. O tarihte yaşayan Zeki Bey’in görmek istemediği bizimse okuyarak öğrendiğimiz bir gerçek; 1. Cihan Harbinde Halife’nin Cihat ilanına rağmen Müslüman coğrafyanın bu cihada uymadığıdır. İslam Birliği fikri o zaman çökmüş ve günümüzde yaşananlar Filistin davası, Şii-Sünni çekişmesi ve Arap coğrafyasında yaşanan ayrılıklar böyle bir birliğin imkânsızlığının kanıtıdır.
DİYANET KAPATILMALI, YENİDEN EĞİTİM BİRLİĞİ İÇİN MÜCADELE EDİLMELİ
Şeriye ve Evkaf Vekâleti, alınan kararların şeriat kurallarına uygun olup olmadığını denetliyordu, kaldırılışı büyük devrimdir.
Evet, o gün yapılanlar şimdi bir bir geri alınıyor. O gün Şeriye ve Evkaf vekâleti yerine halka dini doğru öğretmek adına kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı bugün neredeyse yerine kurulduğu Şeriye ve Evkaf vekâletinin görevlerini yapmaya başlamıştır. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı her gün birçok konuda fetva yayınlamaktadır. Yayınladığı birçok fetva ile toplumsal yapıya etki etmeye çalışmakta, laik devletin altına dinamit koymaktadır.
Bu yapısı ile Diyanet’in laik cumhuriyete zararı büyümektedir. Bu nedenle daha fazla yaşamaması, aynı yerine kurulduğu çarpık yapı gibi kaldırılması gerekli hale gelmektedir. “Diyanet, Atatürk’ün açtığı bir yapıdır kapatılamaz” demek, Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamamak demektir. Bu köhneleşmiş yapıların yıkılması Atatürk’ün altı ilkesinden Devrimcilik ilkesine sahip çıkmanın bir doğal sonucudur.
Öte yandan, Tevhidi Tedrisat (Öğretim Birliği) Yasası ile eğitim, din kurallarının pençesinden ve çok başlılıktan kurtarılmış ve bilimi, eleştirel aklı esas alan çağdaş bir eğitim modeli kurulmuştu.
Ne yazıktır ki o günden 94 yıl sonra çıkarılan eğitim yasaları, eğitim müfredatı, zorunlu din dersleri, imam hatipler ve özel okullar ile eğitim tekrar çok başlı hale getirilmiştir. Gün geçmiyor ki gazetelerden gericileşen eğitimle ilgili yeni bir haber okumayalım. Bu duruma karşı durmak ülkenin aydınlanma savaşçılarının en önemli görevidir. Bunun için yapılması gerekenler çok ama çok basittir. Laiklik, özgürlük ve demokrasi diyen kurumlarla, yayınevleriyle, dergilerle, gazetelerle ve partilerle dayanışın ve bir olun, iri olun, diri olun yeter.
Bu üç devrim yasası ile laik Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesi kurulmuştur. 3 Mart 1924 Laikliğin Türkiye’deki doğum günüdür. Devrimci gündür. Ülkenin her yanında bugünün nasıl gerçekleştiği ve laikliğin önemi konusunda halkı bilgilendirici toplantılar yapmak cumhuriyet devrimcilerinin birinci görevidir.
MAHMUT ASLAN
26.02.2016

8 Ocak 2018 Pazartesi

YAŞAR KEMAL “RÖPORTAJ YAZARLIĞINDA 60. YIL” KİTABI ÜZERİNE

YAŞAR KEMAL “RÖPORTAJ YAZARLIĞINDA 60. YIL” KİTABI ÜZERİNE

Türk edebiyatının büyük yazarı Yaşar Kemal’i genel de romanları ile tanırsınız değil mi? Belki kısa öykülerini okumuşsunuzdur. Özellikle de “İnce Memed” romanı ile tanıyorsunuzdur. O sadece bir roman yazarı değil, iyi bir gezi yazarı ve bu yazıda tanıtacağım kitabı ile de büyük bir röportaj ustasıdır.

Yaşar Kemal Cumhuriyet Gazetesinde 1951-1963 yıllarında 12 yıl röportaj yapmıştır. Kitabın girişinde röportaj hakkında görüşlerini şöyle anlatmaktadır:

“Röportajı bir edebiyat dalı saymak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik onun edebiyat gücüdür. Haber bir yaratma değildir, bir taşımadır. Röportaj bir yaratmadır. Gerçeğe, gerçeğin, yaşamın özüne yaratılmadan varılamaz. Yaratmadan hiç kimse hiçbir şekilde gerçeği yakalayamaz, yakalarsa da karşısındakine anlatamaz. Haber gerçek değil mi, bence haber gerçeğin simgesidir. Haberin arkasında neler var, neler dönüyor, ne yaşamlar, dramlar, sevinçler var, haber bunu bize veremez. Röportaj haberin varamadığı yere varandır, nasıl, yaratarak, gerçeği değiştirerek değil, yaratarak.”

Özel olarak baskıya hazırlanan bu kitapta Yaşar Kemal'in klasikler arasında yerini almış toplam on iki röportajına yer veriyor: Diyarbakır, Kaçakçılar Arasında 25 Gün, Hasankale Yerle Bir, Görülmemiş Lüfer Akını, Sait Faik’le Görüşme, Mağara İnsanları, Sahaflar Çarşısı, Füreya’nın Çini Cenneti, Yanan Ormanlarda Elli Gün, Peri Bacaları, Neden Geliyorlar? ve Bir Bulut Kaynıyor. Kitapta ayrıca Ağustos 1975'te Milliyet Sanat dergisinin röportaj soruşturmasına verdiği yanıtlar da Röportaj Üstüne başlığıyla yer alıyor. 

Kitabı okurken beni en çok şaşırtan şey ise Yaşar Kemal’in hiçbir röportajı için not almaması ve bunları zihnine yazması oldu. Bu durumu şöyle anlatıyor:  “Hiçbir röportajımda bir tek not almadım. Ne bir sözcük, ne bir çizgi. Hiçbir zaman yanımda kalemim olmaz ki… Adres yazmak için bile. Son iki röportajımı banda aldım. Niye acaba? Çok düşündüm, belki makineyi kullanmak hoşuma gitti. Ama bir kere olsun, yazmak için teybi açıp da dinlemedim. Dinlemek gerekliğini duymadım."

Günümüz toplumunda her şeyi bir yerlere not aldığımızı düşünürsek, not almadan röportajlarını yazması benim gibi sizleri de hayrete düşürmüştür. Ama o bu durumu da şöyle anlatmaktadır.Bence not almak, çizgi çizmek, saptamak hava. Bana öyle geliyor ki notlar çizgiler, sözler, gerçeğe varmak için tuzaktır. İnsan onlara güvenip yaşamayı unutur. Yaşamayı önemsemez. Yazıcı olduğunu, salt onların yaşama yazıcı olarak katıldığını unutamaz. Unutmazsa da işte o zaman hapı yutar. Yaratması engellenir, kısıtlanır. Ne kadar röportaj yapmışşam, onu sunan kadar yaşadım diyebilirim.”

Günümüzde daha az yaratıcı olunması, sürekli aldığımız notlardan olabilir mi?

“DİYARBAKIR” VE “KAÇAKÇILAR ARASINDA 25 GÜN”

Kitabın her röportajı ayrı bir tanıtım konusu olacak kıvamdadır ama ben size sadece 2 röportajdan kısaca bahsedeyim varın diğerlerini de siz okuyup başkalarına anlatın. “Diyarbakır” ve “Kaçakçılar Arasında 25 Gün” de kullandığı dil röportaj için bal gibi edebiyat dediği kadar var. Yapılan insan ve mekân tasvirleri ilerdeki yazacağı romanların habercisi gibi…

Diyarbakır’ın 1950 yıllardaki durumu, yaşanan sefaleti, traktörün topraksız köylüleri ne hale getirdiğini o kadar ustacasına anlatıyor ki, Diyarbakır’a göçmek zorunda o köylülerle beraber yaşıyorsunuz o yılları.

1951 yılı Diyarbakır’ını şöyle anlatmaktadır: "Gerçekten toz toprak içinde Diyarbakır. Caddelerden, sokaklardan evlerden toz fışkırıyor(...) Hanlar var yıkılmış, on metreden adamın burnunu sızlatacak derecede pis koku salan, içine balık istifi gibi eşek, katır, deve, beygir, koyun doldurulmuş hanlar. Bir bataklık ne kadar pis, ne kadar cıvıksa, işte bu hanların içi de öyle. Burada konaklayan hayvanlara yazık. Bu hanlarda, hayvanlarıyla birlikte insanlar da yatıyormuş."

Yaşar Kemal, Diyarbakır için, "gül şehri" diyor: "Nereye gitsen gül... Her yan gül... Mardinkapı'da Millet parkı var. Parkta gülden başka hemen hiç bir çiçek yok. Göz alabildiğine gül. Bütün şehir gül kokuyor. Satıcılar, başlarında tablaları, bağıra bağıra gül satıyorlar. Bir tanesi, bir köylü, gül sergisi yapmış, bir destesi beş kuruşa."

Yukarıda kısaca aktardığımız şeylerden sonra Diyarbakır’ı "Bu akrepler payitahtı, gül şehridir, kahvehaneler şehridir."  diyerek tanımlar.

“Kaçakçılar Arasında 25 Gün” isimli röportajını yapmak için Antep’e gider yazarımız. Kaçakçıların müdavimi olduğu kahvelerde çay içerek, nargile çekerek vakit geçirir. Gazeteci olduğunu sakladığı kahveciyle, garsonla ahbap olur. Adanalı Kaçakçı Hasan olarak da tanınır ve gerçekten kaçağa çıkarak, gece yarısı Suriye’ye bile geçer, bu maceralı günler sırasında çok korktuğu da olur hani…


Röportaj üstadını okuyun ve bir kez daha hayran olun….

3 Ocak 2018 Çarşamba

BİR DEVRİM AĞACI MUSTAFA NECATİ

Mustafa Necati’yi bilir misiniz? Hani 34 yaşında ölen o büyük devrimciyi. İsmini duyanlarınız vardır. Onu benden daha çok tanıyanlar bilenlerinizde tabi. Ben onu okudukça ve tanıdıkça çok sevdim. O genç yaşında yaptıklarına ise hayran kaldım. Siz de okudukça ve tanıdıkça seveceksiniz diye düşünüyorum.

Nereden çıktı şimdi bu Mustafa Necati diyenleriniz olduğunu biliyorum. Ben o eski Türkiye’yi bütün eksikliklerine rağmen çok sevdim. Ülkenin gidişatı beni o eski Türkiye’yi kuranları okuma ve anlamaya yöneltti. Dün Diyanet İşleri Başkanlığı denilen gerici kurumun fetvasını okuduktan sonra yine aklıma düştü Mustafa Necati.  Be adam bu adam kimdir ne yapmıştır anlatsana diyenleriniz başlamıştır. Şimdi de bir de diyanet açıklamasından sonra neden aklına geldi diyenlerde vardır hani.

Sizi bekletmeden anlatmaya başlayayım.

Mustafa Necati 1894 yılında İzmir’de doğmuş,  1913 yılında İstanbul Hukuk Mektebi’nden mezun olmuş, Bir müddet avukatlık yapmış; Özel Şark İdadisi’nde müdürlük ve Kız Öğretmen Okulu’nda öğretmenlik de yapmıştır.

Üniversiteden mezun olduğunun ertesi yılı 1. Cihan Harbinin başladığı gözlerinizden kaçmamıştır sanırım. Savaş sonucunda savaşı kaybeden Osmanlı Devleti Mondros mütarekesini imzalamış ve yurdun dört bir yanı emperyalist devletler tarafından işgal edilmiştir.
İzmir’in işgal edilmesi üzerine önce İstanbul’a kaçmış, daha sonra Balıkesir’e geçerek Kuva-yı Milliye hareketine katılmıştır. Balıkesir’de İzmir’e Doğru gazetesini çıkarmıştır. Bu gazete 75 sayı çıkmış, Mustafa Necati’nin bu gazetede 22 baş makalesi yayınlanmıştır.

TBMM’nin açılmasından sonra Saruhan (Manisa) Milletvekili olarak Ankara’ya gelmiştir. Ülkenin işgalin yanı sıra iç isyanlarla ve çetecilikle uğraştığı sırada İstiklâl Mahkemeleri kurulmuş; O, önce Sivas istiklâl Mahkemesi üyeliğine, daha sonra da ikinci dönem Kastamonu İstiklâl Mahkemesi başkanlığına getirilmiştir.

1923’de daha 29 yaşındayken çalışkanlığı, gözü pekliği ve istiklâl mahkemesinde gösterdiği başarılardan dolayı Mübadele İmar-İskân Bakanlığı görevine getirilmiştir. Bakanlığa getirilmesi o dönemin gazetelerinde sevinçle karşılanmıştır. İsminden de anlaşılacağı üzerine bu bakanlığın ana görevi Yunanistan’la yapılan Mübadele Antlaşması sonrası göç etmek zorunda kalan insanların göç işleri ve savaştan yenik çıkan ülkenin imar ve iskân işleriyle ilgilenmektedir. Mustafa Necati’nin Bakanlığı döneminde 155.585 kişi Türkiye’ye göç etmiştir.
3 Mart 1924 tarihinde yapılan 3 Devrim Yasası ile Hilâfet kaldırılmış ve buna bağlı olarak Şeri’yye ve Evkaf Vekâleti lağvedilmiştir. Ülke laik ve çağdaşlık yolunda hızla ilerlemeye başlamıştır. Bu yasaların çıkarılmasının üstünden üç gün geçmeden 6 Mart 1924 günü Mustafa Necati Adalet Bakanlığına getirilmiştir.

 1 Mayıs 1924’deki Adalet reformu, onun zamanında yapılmıştır. Hâkimlere ve avukatlara hukuk fakültesi mezunu olma zorunluluğu da O’nun zamanında getirilmiştir. Eskiden böyle bir zorunluluk olmadığını da yazıdan çıkarmışsınızdır. Günümüzün avukatları ve hâkimleri bu yasadan dolayı bile ona çok şey borçludur.

MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI

Mustafa Necati Cumhuriyet’in kuruluş ve devrimci atılım dönemlerinde üç önemli Bakanlıkta görev almıştır. Bu bakanlıkların ikisinden yukarı da kısaca bahsettim. O’nun atandığı üçüncüsü Bakanlık görevi ise Milli Eğitim Bakanlığı’dır.  Mustafa Necati 20 Aralık 1925 günü başladığı Milli Eğitim Bakanlığı görevini 3 yıl yapmıştır. Bu 3 yıllık görev süresi içinde yaptıkları ile Cumhuriyete ve eğitimimize büyük katkılar ve devrimci atılımlar yapmıştır.
Köy Enstitülerinin mimarlarından İsmail Hakkı Tonguç, Bakanlığa atanan Muallimler Birliği Başkanlığından tanıdığı Mustafa Necati için:  “O günlerde 32 yaşında, iri yapılı, genellikle güleç, babacan ama gerektiğinde sert, açık sözlü, art düşüncesiz, içtenlikli bir adamdı.” diye yazmıştır. (İ. Hakkı Tonguç, Canlandıracak Köy, s.244)

Mustafa Necati Bakanlık merkezinde yeni bir kadrolaşmaya giderek Nafi Atuf Kansu’yu müsteşarlığa getirmiştir. Dönemin en önemli düşün ve iş üreten kişilerini çevresine toplamış ve onlarla özenli bir çalışma ortamı sağlamıştır. İsmail Hakkı’nın Canlandırılacak Köy kitabında yazdığı gibi demokrat bir devlet bakanı olmanın ne demek olduğunu herkese göstermiştir.

789 Sayılı Maarif Vekâleti Teşkilât Kanunu 23 Mart 1926 tarihinde kabul edilmiştir. O zamana kadar kurulmuş olan Program Heyeti, İlköğretim Dairesi, Ortaöğretim Dairesi, Türk Asar-ı Atikası, Sicil ve İstatistik dairelerine ilâveten bu kanunla Dil Heyeti ve Talim-Terbiye Heyeti eklenmiştir. Ayrıca 1926 Bütçe Kanunu ile İnşaat ve Mektep Mimarisi, Mektep Müzesi ve Sağlık Daireleri kurulmuştur. Yine 789 sayılı yasa ile Maarif Eminlikleri ihdas edilmiş ve ülke 13 bölgeye ayrılarak buralara “Maarif Eminleri” atanmıştır. Bu sayede, bakanlık hizmetlerinin daha etkin bir şekilde yürütülmesi ve denetlenmesi yoluna gidilmiştir.

Mustafa Necati meclis konuşmalarında her yıl üç bin öğretmen yetiştirmenin zorunlu olduğunu ve öğretmen okullarının yenileştirerek, niteliğinin artırılarak, köy okullarını geliştirilmesi gerektiğini ve köy çocuklarının köyden alınıp şehirlerde okutulmasının yanlış olduğunu söylüyor ve köy yatılı okullarını ve üç yıllık köy ilkokullarını savunuyordu.

789 sayılı yasadan yararlanılarak 1926/27 ders yılında Denizli ve Kayseri-Zencidere’de iki Köy Öğretmen Okulu açıldı. Uygulama için 30 dönüm tarla, 5 dönüm bağ, sebze bahçesi, arılık, fenni tavuk kümesleri vardı. Pratik çalışmalara özellikle tarıma önem verilecekti. Tarım, hayvancılık, sebze, peynir ve yağ yapılıyordu. ( İlhan Başgöz, Howard E. Wilson Türkiye Cumhuriyetin de Eğitim ve Atatürk s.150-151) Alın size Köy Enstitülerinin temeli.

Büyük Harf Devriminin yapılması ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nün kurulması da O’nun bakanlığı zamanındadır.

Diyanetin açıklaması O’nu hatırlattı diye yazmıştım yukarıda ya. 9 yaşında çocukların evlendirilmesinden bahsedildiği günümüzden tam 91 yıl önce 1927-1928 eğitim-öğretim yılında var olan 70 ortaokulda karma eğitime geçilmesine karar vermiştir. 1928-1929 eğitim-öğretim yılında tüm liselerde karma eğitime geçilmiştir. Bugün kadının okumaması için saçma sapan birçok açıklama yapılırken o günlerde karma eğitimin gerçekleştirmenin ve arkasında dimdik durmanın o devirde büyük bir devrim olduğu da gün gibi aşikârdır.

Hakkında yazacak çok şey bulunabilecek Mustafa Necati, 1 Ocak 1929 yılında daha 34 yaşında hayata veda etti. Ölümü yanlış bir apandis tedavisindendir.

Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Mustafa Necati’nin ölümüne çok üzüldüğünü şöyle anlatır:

“Atatürk’ün ilk defa hıçkırıklarla ağladığını bu ölüm akşamı görmüştüm. ‘Ne evlattı O’ diye hayıflanıyordu. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Pozitif yayınları, s.513.)

Müsteşarı Naif Atuf Kansu, Mustafa Necati için “O bir devrim ağacı gibi bize gölge verdi. Biz de Cumhuriyet’in eğitim atılımlarını onun siyasal gölgesinde gerçekleştirdik. Ağaç o idi, biz de bahçıvanlardık.” diyecekti.(Ceyhun Atuf Kansu, Cumhuriyet Bayrağı Altında, s.62)

Günümüz gençliğine tavsiyem başka ülkelerin devrimcilerine öykünmek yerine ki onlarda büyük insanlardır. Ülkesinin büyük devrimcilerini araştırmaları ve onların resimlerini duvarlarına asmalarıdır.


MAHMUT ASLAN-03.01.2018

CELAL ŞENGÖR’ÜN CEHALETİ