26 Eylül 2012 Çarşamba

TELGRAFHANE

TELGRAFHANE 
Uyuyamayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o eski sen değilsin
Sen simdi issiz bir telgrafhane gibisin,
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketinin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku girmez ki
Uyumayacaksın
Bir sis cani gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.





                                                      MELİH CEVDET ANDAY

DİL BAYRAMI


DİL BAYRAMI

Yazıma başlamadan önce Türkçemizi yüzyıllarca önceden günümüze taşıyan ozanlık geleneğinin son temsilcilerinden “Bozkırın Tezenesi” Neşet Ertaş’ı kaybetmenin büyük üzüntüsü içinde olduğumu belirtmek isterim. Yakınlarına ve sevenlerine baş sağlığı diliyorum. Neşet Ertaş yazdığı ve kendine has üslubu ile çalıp, söylediği türkülerle, tıpkı Yunus, Karacaoğlan, Pirsultan gibi yüzyıllarca bu toplumun belleğinde yaşamaya devam edecektir. Ruhu şad olsun.
Bugün Dil Bayramının 80. yılı.
İnsanlar arasında duygu, düşünce ve inanç birliğini oluşturan, toplumsal yapıyı güçlendiren, geçmişle gelecek arasında ortak bağ kuran en önemli yapı taşı dildir. Türkçemiz, tarihimizin, kültürümüzün, ulusal değerlerimizin korunarak, kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlayan temel zenginliğimizdir.
Dil’in önemini vurgulamak için bakın Konfüçyüs ne demiş:
" Bir ülkenin yönetimini ele alsaydım, yapacağım ilk iş, hiç kuşkusuz dilini gözden geçirmek olurdu. Çünkü dil kusurlu ise, sözcükler düşünceyi iyi ifade edemez. Düşünce iyi ifade edilmezse, görevler ve hizmetler gereği gibi yapılamaz. Görevin ve hizmetin gerektiği gibi yapılamadığı yerlerde adet, kural ve kültür bozulur. Adet, kural ve kültür bozulursa adalet yanlış yollara sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir!"
Ülkemizde ki birçok hukuksuzluğu gördükçe bu sözün doğruluğuna hak vermemek elde değil.
Bundan 80 yıl önce İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında Birinci Türk Dil Kurultayı toplandı. Türkçenin gelişmesi, özleşmesi, zenginleşmesi yolunda Türk Dil Kurultaylarının çok önemli yeri vardır. 1933’ten başlayarak Dil Bayramının bir dizi etkinliklerle kutlanmasına başlanmıştır. Derneğin Kurucu ve Koruyucu Başkanı Atatürk de her 26 Eylülde verdiği demeç ya da yayımladığı iletilerle dil çalışmalarına katkıda bulunanları kutlayarak onları yüreklendirmeyi sürdürmüştür.
Dil Devrimi, dilbilimcilerin belirttiği gibi, doğrudan dilin gelişmesiyle ilgilidir. Devrim süreciyle yüzyıllarca Türkçenin unutulan sözcükleri kullanılır olmuş, işletilemeyen ek-kök ya da gövdeleri işlerlik kazanmış, böylece dilimiz, Mustafa Kemal’in de belirttiği gibi “bilinçle” ele alınmıştır.
Büyük coşku ve umutlarla başlatılan Dil Devrimi'nin ardından, bugün dilimizin karşı karşıya bulunduğu sorunlar üzüntü vericidir.
Gelişmiş toplumlar, bilim, sanat ve uygulayımda (teknikte) attıkları her adımı, yeni sözcüklerle, yeni kavramlarla adlandırmışlardır. Bu yeni buluşlara birkaç istisna dışında yeni sözcükler ve kavramlar bulamamız dilimize birçok yabancı kavramın girmesini sağlamıştır.
Dilimizdeki yabancı sözcüklerin sayısının artması, dilin kullanımında yapılan yanlışların süreklilik kazanması, bireylerin zamanla bu yanlışları doğru gibi algılayarak benimsemesine yol açmakta, dilin özüne zarar vermektedir.
M. Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” Bunun için de siz Türkçe ve Türkiye sevdalılarına büyük görev düşmektedir. Bu satırların okuyucuların bu bilinçle dillerine gerekli özeni göstereceklerini düşünüyorum.
Bu duygu ve düşüncelerimle hepinizin 80.Dil Bayramı kutlu olsun.

11 Eylül 2012 Salı

4+4+4’e Karşı Omuz Omuza Mücadele


AKP hükümetinin, toplumun geniş kesiminin bütün itirazlarına ve mecliste muhalefet milletvekillerinin gösterdikleri bütün mücadeleye rağmen “tekme, tokat” yasalaştırarak yürürlüğe koyduğu 4+4+4 kademeli eğitim uygulaması, tüm sorunları ve geleceğimizi hedef alan tehditleri ile dün başlamıştır.

4+4+4 kademeli eğitim uygulaması Başbakan’ın “dindar nesil yetiştirmek istiyoruz” açıklaması ile somutlaşmıştır. Bu proje ile yapılamak istenen cumhuriyetin fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirme projesi yerine, sorgulamayan dindar ve kindar yeni nesiller oluşturmaktır.

Başta milyonlarca öğrenci olmak üzere, toplumun tüm kesimlerini yakından ilgilendiren 4+4+4 kademeli eğitim düzenlemesinin yasalaşması, eğitim sisteminin ticarileştirilmesi ve eğitimin dinselleştirilmesine ilişkin süreçlerin de en büyük adımları olarak bugün karşımızdadır.

4+4+4 Eğitim sistemi henüz zihinsel, fiziksel, sosyal ve psikolojik açıdan ilkokula hazır olmayan 5–5,5 yaşındaki çocuklarımızın zorla okullara göndermektir. Çocuklarını bu kadar küçük yaşta okula göndermek istemediği için rapor alan velilere Başbakan “66 aylık çocukları okula göndermeyen aileler benim çocuğum geri zekâlı diyor” açıklamasını yaparken intihalci bakanı Dinçer ise, “Normal vatandaşlar bizi destekliyor. 66 aya itiraz edenler PKK yanlısı ve laik kesimler” demektedir. Bu açıklamalar bilimsel gerçekleri bir kenara bırakırken ve toplumu kutuplaştırmaktadır.

Yıllardır bilimsel eğitim veren güzide eğitim kurumlarını imam hatibe çevirmek istemektedir. Kendi torunlarını Fransız okullarına gönderen AKP Muğla Milletvekili Ali Boğa, 4+4+4 sistemiyle birlikte bütün okulları imam hatibe dönüştürme şansı yakaladıklarını da açıkça söylemiştir

Osmanlı İmparatorluğunun çöküş dönemlerinde de ikili bir eğitim sistemi mevcuttu. Bu ikili eğitim kurumunun ilki bilime-fenne dayanan batı tipi mektep(okul) diğeri ise hurafelerle dolu sorgulayan nesiller yetişmesini önleyen ezberci eğitim kurumu medreselerdi.3 Mart 1924 yılında çıkarılan 3 devrim yasasından biri olan “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ile eğitimde ikiliğe son verilmiştir. Bu yasanın kabulünden bir süre sonra “Türkiye'de sadece Müslüman vatandaşların olmadığı, Müslüman olmayan Türk vatandaşlarının da dinsel gereksinmeleri ve vicdan özgürlüğü olduğu” düşünülerek; ilkokul programından Kur’an dersleri, ortaokul ve lise programından da din, Arapça ve Farsça dersleri çıkarılmıştır. İşte yeni eğitim düzeni ile küçük yaşta çocuklara sözde seçmeli Kur’an ve Arapça dersleri konularak 3 devrim yasasından biri olan Tevhid-i Tedrisat kanunu da apaçık delinmektedir.

Öğretim birliğine son vererek, medrese-mektep ikilemini günümüze taşımak isteyen, kız çocuklarımızı eve kapatarak, çocuk gelin sayısını artıracak, kindar ve dindar nesiller yetiştirecek, dinci ve ırkçı eğitim anlayışına karşı olanca gücümüzle her yerde kaşı durmalıyız.11.09.2012-Ankara

6 Eylül 2012 Perşembe

Ali Demir Yeter Artık!


Ali Demir Yeter Artık!
ÖSYM’nin son iki yılda yaptığı onlarca sınavda hata yapıldı, sorular çalındı, belli yerlere sınav kitapçıkları önceden verildi. Dile kolay onlarca hata.
Yapılan hatalar yüzünden milyonlarca yurttaşımız zarar gördü.
Son bir hafta içinde iki sınav rezaleti ile daha karşı karşıya kaldık.
İlk olarak 2010 Tıpta Uzmanlık Sınavı'na (TUS) sonbahar döneminde adaylara yöneltilen sorulardan beşi yargı kararı ile iptal edildi. Bu olay 2 yıl sonra TUS sonuçlarını değiştirerek, birçok doktorun uzmanlık alanının farklılaşmasına neden oldu.
İkinci olarak CHP Konya Milletvekili Atilla Kart’ın savcılığa taşıdığı olay sonucu 6 Mayıs 2012’de yapılan 1589 kişinin girdiği “Avukatlar İçin Adli Yargı Hâkim ve Savcı Adaylığı Yarışma Sınavı” sorularının önceden dağıtıldığı, çoğu AKP hükümetine yakın karı-koca, arkadaş, akraba isimlerin bu yolla dereceye girdiğinin tespit edilmesi ile iptal edilmek zorunda kaldı.
Yaşan bütün sınav rezaletlerinden sonra ülkemiz kamuoyunda ÖSYM tarafından yapılan sınavlara karşı büyük bir güvensizlik oluşmuştur.
Son sınavda, KPSS’ de ve daha önce şifreleme işleminde yaşananlar örgüt yapısı içinde işlenebilecek bir eylemlerdir. Artık bu eylemlilik körlerin bile görebileceği durumdadır. Ülkemizin bağımsız Cumhuriyet Savcılarını göreve çağırıyoruz. Biran önce halkımızın haklarını gasp eden bu çeteyi gün yüzüne çıkarınız ve adalet önünde cezalarını almalarını sağlayanız.
Demokratik ülkelerde bir hata sonucu, o hatayı yapan kurumun başındaki kişi istifa eder. Şayet etmezse görevden alınır. Maalesef bizim “İleri Demokrasi”mizde, normal demokrasi kuralları rafa kaldırılmış durumda.
Bu sınav rezaletlerinin siyasal sorumluluğunu AKP hükümeti, yönetsel sorumluluğu ise ÖSYM Başkanı Ali Demir’dir.
Ülkenin yurtseverleri yolsuzluklara sonuna kadar bulaşmış rantçı, rüşvetçi, şifreci AKP iktidarı ile mücadele etmeye hazırdır. Yapılan ilk seçimde de böylesine kokuşmuş bir iktidarını yerinden indirmek tüm yurtseverlerin görevidir.

27 Temmuz 2012 Cuma

Mehmet Aksoy(Mehmet Aksoy'la Beraber Hazırladığımız Tanıtım Yazısı)


Mehmet Aksoy
“Yalnızlığımı taşa astım, gölgesinde çalışıyorum. Yalnızlığım, benim ikiz kardeşim. Sol yanım, huysuz sevgilim, en bencilim, en yaratıcım, en beğenmezim... “

Ünlü heykeltıraş Mehmet Aksoy, şimdi Suriye sınırlarında kalan Yayladağ'ın Kesap kasabasında doğdu. İlk ve orta öğrenimini Yayladağ, Hatay, Tarsus ve Antakya'da yaptı. 1960 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde aldığı temel eğitimden sonra  Heykel bölümüne geçti ve 1961-1967 yılları arasında Prof.  Şadi Çalık atölyesinde öğrenim gördü. Askerliğini yaptıktan sonra 1969-70 yıllarında aynı bölümde asistanlık yaptı ve bir devlet bursu alarak 1970'te Londra'ya gitti. Aksoy daha sonra Berlin'e geçti ve Hochschule der Künste'den 1977'de master derecesiyle mezun oldu. 

Berlin'de Akademiker ve Sanatçılar Derneği’ni kurdu ve başkanlığını yaptı. Bu dernek “Nazım Hikmet Günleri” ve “Mehmet Berlin’de” olmak üzere birçok ses getiren etkinliğe imza attı. 1978'de Türkiye'ye dönerek 1980'e kadar İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (İDGSA)’nde öğretim üyeliği yaptı.

1989 yılında Dünya Barış Günü dolayısıyla yapılan yarışmada “Meçhul Asker Kaçağı” heykeli 1. oldu. Bu heykel Almanya’da tartışmalara neden oldu. Heykel şu anda Berlin Postdam’da bulunmaktadır. Ayrıca “İş Göçü”, “Buluttan Sevgililer”, “Cemal’in Rüyası” heykelleri Berlin meydanlarını süslemektedir.

Mehmet Aksoy'un sanat hayatı birçok talihsiz olayla doludur. İlk olarak 1975 yılında Antalya Film ve Sanat Festivali’nde “İşçi ve Çocuğu” heykeli saldırıya uğradı. Heykel tekrar yapıldı. 12 Eylül döneminde halkın göremeyeceği bir yere götürülen heykel, halkın isteği ile güzel bir yere konuldu. Şu anda Antalya Karaoğlan Parkı’nda durmaktadır. İkinci olarak Ankara Altınpark'taki 'Periler Ülkesinde' isimli  eseri, "Böyle sanatın içine tüküreyim, ahlaksızlığın adını sanat koymuşlar" diyerek Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek tarafından kaldırılmıştır. Bu eylemi sonrası Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı ve başkan Melih Gökçek mahkeme kararı ile 4 milyar lira maddi tazminat ödemeye mahkûm edilmiştir. Son olarak da Kars’ta Aksoy’un yaptığı İnsanlık Anıtı’nın ucubeye benzetilerek Başbakan’ın talimatıyla yıktırılması da Türk sanat ve siyaset tarihinde kara bir leke olarak yerini almıştır.

Aksoy sanat hayatı boyunca birçok ödül almış ve Heykel sanatına özgün tasarımlar kazandırmıştır.

Ödülleri
                       
2010     ÇAĞSAV Ankart Onur Ödülü
2008     Artist 2008 TÜYAP Onur Sanatçısı Ödülü
2004     ODTÜ Üstün Hizmet Ödülü
1990     Plastik Sanatlar Dalında Sedat Simavi Vakfı ödülü
1990     III. Asya - Avrupa Bienali Büyük Ödülü
1990     Ankara Sanat Kurumu Plastik Sanatlar Dalında "Yılın Sanatçısı" Ödülü
1985     Bundengartenschen heykel yarışması 2.lik ödülü
1982-1983 Luthar Platz Heykel yarışması 2.lik ödülü
1979     Devlet Resim ve Heykel sergisi 1. lik ödülü
1970     Devlet Resim ve Heykel sergisi 1. lik ödülü
1966     Devlet Resim ve Heykel Sergisi 2. lik ödülü

20 Nisan 2012 Cuma

Anadolu Aydınlanmasının Temel Taşı Köy Enstitüleri


72 yıl önce kurulmuştu, Anadolu’yu ışıtan Köy Enstitüleri.Belli çevrelerinin çıkarlarını halkı aydınlatarak tehdit ettiği için 1954 yılında DP iktidarı ile kapatıldı. Bu yazı da Köy Enstitülerinin tarihçesine,verdiği eğitim sistemi ile neler yaptığını biraz da olsa incelemek istiyorum.

İlk iki Köy Enstitüsü, 1937’nin Ekim ayında “Köy Öğretmen Okulu” adıyla Eskişehir-Çifteler ve İzmir-Kızılçullu’da açılmıştır. Bunlara, 1938’de Trakya-Kepirtepe, 1939’da da Kastamonu-Gölköy, Köy Öğretmen Okulları da eklendi. Bu kurumların başlangıçta “Köy Öğretmen Okulu” adıyla açılması, yasal bir zorunluluk sonucudur. Çünkü o zaman henüz Köy Enstitüleri ile ilgili bir yasal düzenleme yoktu. Ta ki 17 Nisan 1940 yılında çıkarılan 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu’na kadar.

1940 yıllarda ülkemiz nüfusunun %80’i köyde yaşamaktır. Okuma yazma oranı ise %5 seviyelerindedir. Bu durumu tersine çevirmek isteyen Atatürk ve arkadaşları o döneme kadar birçok politika uygulamasına rağmen köylüyü eğitme imkânı bulamamışlardır. Bunun sebeplerine baktığımızda; Daha önceki düzenlemeleri yapanlar, Türkiye’nin köy gerçeğini nitel ve nicel boyutlarıyla tam kavrayamamışlardır. Bu nedenle açılan kurumlar geleneklerin ve Batı taklitçiliğinin etkisinden kurtulamamış ve toplumsal bünye bunları kabul etmemiştir. Önceki denemeler, köyün beklediği gerçek eleman tipini yaratamamış ve yetiştirememiştir. Bu nedenle köye gönderilen öğretmenlerin çoğu, köy kökenli olanlar da dâhil, bir an önce kente kaçmanın yollarını aramışlardır. Çünkü bu elemanlar köyün koşullarında yaşayabilecek, köylüye örnek olabilecek beceri ve davranışı kazanamamışlardır. Belki en önemli neden, bu sorunu bütünüyle kavrayıp çözüm üretebilecek siyasal ve teknik liderlerin bulunmayışlarıydı.(Köy Enstitüsü Sistemine Toplu Bir Bakış- Dr.Niyazi Altunya)

Soruna çözüm üretebilecek siyasi kadrolar Atatürk’ün 1935 yılında Milli Eğitim Bakanlığına Saffet Arıkan’ı atamasıyla bulunmaya başlandı. Saffet Arıkan göreve gelir gelmez bazı arkadaşlarının görüşlerini alarak İlköğretim Genel Müdürlüğüne Köy Enstitülerin Tonguç Baba diye sesleneceği, Köy Enstitülerini kuracak olan İsmail Hakkı Tonguç’u atamıştır. Saffet Arıkan ve Tonguç köy de eğitim sorunu çözmek için yaptıkları gözlemler sonucu öncelikle askerliğini onbaşı ve çavuş kişilerin köylerine döndüklerinde gönüllü eğitmenlik yapabileceklerini tespit etmişlerdir. Bu tespit üzerine askerliğini başarı ile tamamlayanlara 6–8 ay eğitimden geçirilerek Eğitmen olarak köylerine gönderilmiştir. Böylelikle enstitülerin temeli atılmıştır. Eğitmen kursları, 1948’e kadar her yıl açılmıştır. Bu kurslar da yaklaşık 9 bin eğitmen yetiştirilmiştir.

1938 yılında Atatürk’ün ölümüyle İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olmuş. İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanı seçilmesinden 1,5 ay sonra, Celâl Bayar kabinesinde Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan sağlık nedenlerinden dolayı bakanlıktan ayrılmış yerine 28 Aralık 1938 yılında Hasan Ali Yücel atanmıştır. Hasan Ali Yücel’in atanmasıyla Köyün eğitimi sorunu çözebilecek siyasi kadro tamamlanmıştır. İnönü-Hasan Ali ve Tonguç 17 Nisan 1940’da bu Köy Enstitülerini kurulmuştur. Bu okulların kuruluşundan günümüze 72 yıl geçmiştir.

Köy Enstitüleri köyün eğitim sorunu çözmüş ve ülkemiz aydınlanmasına büyük katkı koymuştur. Bunu Enstitüler nasıl sağlamıştır. Bir kere yukarıda anlatılanlar ışığında Enstitüler Türkiye’ye özgü bir eğitim sistemi olarak kurulmuştur.


ENSTİTÜLERDE EĞİTİM NASILDI?


Enstitüler seçilen şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli arazisi olan köylerin yakınlarında kurulmuştur. Enstitülerin eğitim anlayışı “iş için, iş içinde eğitim”dir. Enstitülerde derslerin %50'lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi. Sabahın erken saatlerinde uyanan öğrenciler kızlı ve erkekli zeybek ve halk oyunları oynayarak sabah sporlarını da yapmış oluyorlardı. Daha sonra kahvaltı ardından zorunlu okuma saati vardı. Bu okuma saatlerinde Hasan Ali Yüce’in Türkçeye tercüme ettirdiği dünya klasiklerini okuyorlardı. Her sene 25 tane klasik romanı okumakla yükümlü tutulmuştular. Bu sayede zeki köy çocuklarından engin entelektüel birikimleri olan aydınlar oluşuyordu.   Kahvaltıyı kendilerinden önce kalkıp fırında ekmek pişiren öğrenci arkadaşları hazırlıyordu. Bu sayılanlar çerçevesinde köy enstitüleri yaparak öğrenim konusunda dünyada benzeri görülmemiş bir örnek oluşturmuş ve birçok akademik inceleme ve araştırmaya örnek olmuştur.

Köy enstitüsünü bitiren bir öğretmen sadece bir ilkokul öğretmeni olmuyor aynı zamanda ziraatçılık, sağlıkçılık, duvarcılık, demircilik, terzilik, balıkçılık, arıcılık, bağcılık ve marangozluk konularını da uygulamalı olarak öğreniyordu. Enstitülerin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atölyeleri vardı. Bu sayede öğretmenler kendi okullarını gittiği köyde köylülerin işbirliği ile inşa ediyor ve devletin okul yapmasına gerek kalmıyordu. Köy enstitülerinden mezun olan öğretmenlere yetiştirildikleri dala ve gönderilecekleri köye göre 150 parçaya varan alet ve edevat veriliyordu. Öğretmenler bu alet ve edevat ile köylülerin de yardımıyla köy okulunu inşa ediyor ve köylülere hem modern tarım tekniklerini hem de okuma yazmayı ve hatta müzik aletleri çalmayı öğretiyordu.

Ayrıca enstitülerde eğitim karma olarak yapılıyordu. Kız ve erkek çocuklar beraber eğitim alıyordu. Demokrasinin gereklerinden biri olan kadın-erkek eşitliği de bu sayede öğrenilmiş oluyordu.

KÖY ENSTİTÜLERİNİN KAPATILMASI


Okulda aldıkları aydınlanmacı eğitimi gittiği köylere yansıtan Enstitülüler, yavaş yavaş köylülerin aydınlanmasını sağladıklarından köyün ve köylülerin rantını yiyen ağaları rahatsız ettiler.1945 yılında Köy Enstitüleri hakkında komünistlerin, dinsizlerin yetiştiği fuhuş yuvaları olduğu söylenerek saldırı kampanyaları başlatıldı. Parlamentoda bütçe görüşmelerinde bir toprak ağası olan milletvekili Emin Sazak'ın Köylere giden enstitü mezunları kendilerini birer Atatürk zannediyorlar demesi’de bu kesimin rahatsızlığının en güzel örneğidir. Bu söze Hasan Ali Yücel’in verdiği cevap ise şöyledir. “ Bu çocukların her birinin birer Atatürk olması temenni ediyoruz.”şeklindedir.

2.Dünya Savaşı sonrasında Thurman ve Marshall yardımı ile Türkiye giriş yapan emperyalist düzende bu aydınlanmış öğretmen yetiştiren kurumlardan rahatsız olmuştur. Onların ülkeye nüfuz edebilmesi için sorgulayan, düşünen değil, ezberci eğitimle yetişen sorgulama yeteneğinden uzak insanların yetiştirildiği bir eğitim sistemi gerekliydi. Bu eğitim sistemi de İmam Hatip okullarının o dönemde açılması ile bulundu.

Yoğun iç ve dış baskı sonucu Hasan-Âli Yücel, 5 Ağustos 1946'da 7 yıl ve 7 ay sürdürdüğü Millî Eğitim Bakanlığı görevinden istifa eder. Milli Eğitim Bakanlığına bir Enstitü düşmanı Reşat Şemsettin Sirer getirilir. Köy Enstitülerinin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç 25 Eylül 1946'da görevinden alarak, Talim Terbiye Kurulu üyeliğine getirdi. Böylelikle Enstitülerin destekçisi siyasi kadro tasfiye edildi ve Enstitülerin ders programı da değiştirilerek Enstitüler iğdiş edilmiş oldu.

O dönem Cumhuriyet Halk Partisi içinden Köylüyü topraklandırma Yasasına karşı çıkan bir kesim milletvekili Demokrat Partiyi kurdu. Demokrat partiyi kuran kadrolar tam anlamıyla Köy Enstitüsü ve aydınlanma düşmanıydılar.1946 yılında iğdiş edilen Köy Enstitülerine bile tahammül edemiyorlardı.1950 yılında iktidara geldikten sonra Enstitülerle uğraşmaya başladılar ve 1954 yılında bu kurumları kapattılar.
1954 yılına kadar Enstitülerden mezun olan öğretmen Anadolu’nun her yanına dağılmış ve gittiği yöreleri değiştirmişlerdir.1960’lı yılların değişim rüzgârında onların büyük katkısı olmuştur.Bu yazıyla Köy Enstitülüleri saygıyla anıyorum.
                                                                             20.04.2012
                                                                          MAHMUT ASLAN

Birer birer siliyorlar Mustafa Kemal'i ama silemeyecekler!


2002 yılında Küresel Sermayenin büyük desteği ile Ecevit’i devirdiler önce.
Sonra 10 yıllık AKP karanlığına bıraktılar bizi.
Ne dertleri vardı senle Mustafam, Mustafa Kemalim…
Unutmamışlardı belli senin emperyalizme vurduğun büyük şamarı...
Mazlum milletlere ulusal kurtuluş savaşlarının bir bütün olunarak kazanabileceğini...
Yenilmez denilenlerin de yenileceğini göstermeni...

Sonra bu harap ve bitap düşmüş ülkeyi yoktan var etmeni, devrimlerini, açtığın fabrikaları
Bağımsız Türkiye’yi…
AB temsilcileri rahatsız oldu senin resimlerinden, kaldırın dedi bunları…
AKP hemen işe koyuldu…
Sadece resimlerini değil, bütün varlığınla kazımaya çalışıyorlar seni.
Arap Baharına örnek ülke olarak gösterdikleri senin ülkendi Laik Demokratik yapısıyla…
Laik eğitimde ortadan kaldırıldı şimdi.4+4+4'le kapayacaklar kızlarımızı eve, başına da bir metre bez parçası geçirecekler.
Alacaklar özgürlüklerini ellerinden.
Kuran Kurslarından senin ilkelerinin öğretilmesini de kaldırdılar şimdi. İlkokula kadar indirdiler Arapların dilini.
Büyük Ozan Mahzuni’nin dediği gibi Tanrı Türkçe bilmiyor mu?
Ama unuttukları bir şey var.
Senin ve devrimlerinin ışığından yararlanarak çınar olmuş fidanlar yani bizler…
Aydınlanmayı da seni de yüreğine kazımış milyonlar.
Karanlığın en yoğun olduğu zamandır şafağa en yakın.
Güneş ufuktan doğacaktır elbet, bir olarak, iri olarak, diri olarak yürüyelim yeter bize.
                                                                                        11 Nisan 2012 
                                                                                       MAHMUT ASLAN


4 Nisan 2012 Çarşamba

12 Eylül Yargılamasının Düşündürdükleri

12 Eylül 1980 darbesinin hayatta kalan 2 Generali Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya bugün Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaya başladılar. Ankara Adliyesi önünde toplanan birçok sol grup gerçekten 12 Eylül’le hesaplaşılıyormuş havası ile gösterilerde bulunuyorlar.
12 Eylül 1980 askeri darbesinin üzerinden tam 32 yıl geçti.32 yıl önce yapılan bu darbe ile neler olmuştu önce onu incelemek lazım.
12 Eylül 1980 günü ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Danışmanı Paul Henze‘nin dönemin ABD Başkanı’na dediği gibi “Bizim çocuklar başarmışlardı.” Böylece ülkemiz; faili meçhullerin, işkencelerin, idamların, yüz binlerce gözaltı ve tutuklamaların olduğu karanlık bir döneme girmiş:1 milyon 683 bin kişi fişlenmiş; 650 bin kişi gözaltına alınmış; 98 bin kişi örgüt üyeliğinden tutuklanmış; yüzlerce kişi çeşitli şekillerde öldürülmüş ve 50 kişi de idam edilmişti.
12 Eylül’ün; siyasal, sosyal ve ekonomik hedefleri vardı. Siyasal hedefi; tüm sol, sosyalist ve ilerici güçleri dağıtmak ve onları güçsüz hale getirmek. Ekonomik hedefi; 24 Ocak ekonomik kararlarını uygulamaya sokmak; karma ekonomik sistemden liberal sisteme geçmek ve sosyal devleti ortadan kaldırmak. Sosyal hedefi; Türkiye’yi sola açık, çağdaş demokrasi değerlerinden uzaklaştırmak ve ülkemizi yeşil kuşak teorisine uygun olarak bir Ortadoğu ülkesi haline getirmekti. Günümüz Türkiye’sine baktığımız da bu hedeflerinin hepsinin birer birer gerçekleştiğini görüyoruz.
Bu hedeflerin son aşaması olan ülkemizi çağdaş dünyadan kopararak Ortadoğululaştırma projesi de günümüzde AKP eliyle yaşama geçirilmektedir. AKP’nin kökleri 12 Eylül darbesinden beslenmiştir.
Bugün bir gazetede  davaya müdahil olmak isteyen bir MHP’li yönetici bile kendileri ile solcuların yargılandığını ve solcuların en ağır işkencelere tabi tutulduklarını gördüklerini söylüyor. Soldan çark etmiş büyük dönek Ertuğrul Günay dışında hiç bir AKP’li yönetici göremezsiniz ki 12 Eylül davalarında yargılanmış, işkence görmüş, cezaevlerine girmiş olsun.
Hesaplaşma konusunda dönecek olursak 12 Eylül’ün çıkardığı anti demokratik yasaları değiştirmek istemeyen, seçim barajlarının arkasına sığınarak iktidar olan AKP’nin 10 yıldır yaptığı uygulamalara bakarak bu işi yapamayacağını görüyoruz.
Zorunlu din dersi ve onun gelişmiş şekli olan 4+4+4 uygulamalarını çıkaran, Sivas olayların faillerin zaman aşımından beraat ettiren, bütün muhalefet gruplarının zinde güçlerini Ergenekon, Balyoz, KCK davaları ile Silivri Zulumhanelerine attıranlar, bu hesaplaşmayı gerçek anlamıyla yapamaz.
Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin imzalı 12 Eylül iddianamesinin, darbenin gerçek anlamını unutturmaya ve darbeden kazançlı çıkan kesimleri aklamaya yönelik bir içeriğe sahip olduğu yazılı ve görsel basınımızda yer alan haberlerden açıkça anlaşılıyor. Zira iddianamede şüpheli olarak yalnızca Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya yer aldı ve bu iki isim halka karşı işledikleri suçlardan örneğin işkenceden, idam kararlarından, hukuksuz göz altılardan yargılanmıyor.
Bu davanın gerçek amacına baktığımızda ise şunu görüyoruz:12 Eylül’ün arkasından yer alan küresel sermaye 24 Ocak kararları ile ülke ekonomisine tam anlamı ile nüfus ettikten sonra askeri bürokrasinin artık gereksiz olduğuna karar verdi. Yeni düzenin aktörünü olarak AKP’yi belirledi ve yeni durumundan memnun olmayan askeri ve sivil grupları da bu dava vb birçok malum dava ile tasfiye ediyor.
Yukarda yazılanlar gözüne alındığında Sol grupların bugün yaptığı gösteri ise AKP’nin ekmeğine yağ sürmekten başka bir şeyden öteye gitmez. 12 Eylül’ün yarattığı AKP ve onun güdümündeki yargı mı bu hesaplaşmayı yapacak? İsmet Paşa’nın deyimi ile Hadi Canım Sende…
                                                                                                       Mahmut Aslan-04.04.2012-Ankara

CELAL ŞENGÖR’ÜN CEHALETİ