29 Ocak 2017 Pazar

Uğur Mumcu’ya Mersiye

Uğur Mumcu öldürüldüğünde 8 yaşında bir çocuktum. Ne olduğunu anlayacak bir yaşta değildim yani. Ama gerek televizyondan izlediğim cenaze töreninden gerekse babamın evde bu töreni anlatışından çok sevilen bir insanın öldürüldüğünü çözebiliyordum. Bu adam neden bu kadar çok seviliyordu? Bu soruyu beynimin kenarına yazmıştım.

O yıldan bugüne 24 yıl geçti. 24 koca yıl…

O gün doğanlar bugün 24 yaşında, o günün çocukları ise benim gibi yetişkin.

Uğur Mumcu’yu o yağışlı günde on binlerce şemsiyeli adamın, kadının uğurlayışı hala aklımdadır. Düşün dünyam geliştikçe, yaş aldıkça, okudukça daha çok tanımaya başladım O’nu. Çocuk kafama yazdığım neden bu kadar seviliyor sorusunun cevabını da bulmuştum. Doğruları yazan, dürüstlüğümden taviz vermeyen inançlı bir yurtsever olduğu için seviliyordu.
12 Eylül sonrası Özal’lı yıllarda toplum liberalizm çılgınlığı ile iyice bozulmaya başlamış, memleketin dört bir yanında O’nun değimi ile dönekler mantar gibi bitmeye başlamıştı. Bir yazısında şöyle diyordu: “Haklıdan yana değil, güçlüden yana olanlar korkak ve kaypak olurlar Güç merkezi değiştikçe dönerler; fırıldak olurlar… “ Günümüzde bu fırıldakları her gün izlemeye ve onlarla mücadele etmeye devam ediyoruz değil mi?

Uğur Mumcu’nun sadece yaşadığı dönemi değil on yıllar sonrasını gördüğünü birçok yazısından, kitabından çıkarabiliyoruz.

Üniversiteyi iki binli yılların başında Konya’da okudum. Orada birçok namuslu Atatürkçü ile tanıştım ve beraber çok güzel işler yatık. Konya Atatürkçü Düşünce Derneği salonunda üniversiteden çok sayıda genç Uğur Mumcu’nun kitaplarını okuyor, bulduğumuz konuşma görüntülerini izliyorduk. 1986 yılında Dikili konuşmasında söylediklerin tamda günümüzü anlatıyordu.

O konuşmada ne demişti Uğur Mumcu: “Hukuk fakültesinde okuyup da daha önce imam hatip mezunu olanlara burs veriyorlar. Burs verilen öğrenciler de sınavsız yargıç ve savcı oluyorlar. 2000 yılına doğru baktığımızda, vali ilahiyat fakültesi mezunu, emniyet müdürü İslam enstitüsü mezunu, kaymakam imam hatip mezunu olacak”
Bu dediklerinin hepsi yaşandı. O hâkimler, savcılar, emniyet müdürleri ele geçirdikleri konumları sayesinde Ergenekon, Balyoz, Odatv davalarında insanları suçsuz yere cezaevlerine attılar. Kuddisi Okkır, Yiğit Ali Tatar, Büyük Yazar ve Düşünür İlhan Selçuk, Eğitim Neferi Türkan Saylan ve onlarca güzel insanı öldürdüler. 15 Temmuz da ise başarısız bir darbe girişimi ile yine yüzlerce sivilin ölmesine de sebep oldular.
Dedik ya döneklerin ve hırsızların dünyasında Uğur Mumcu ve birkaç temiz yürekli arkadaşı, düşündaşı o yıllarda bir dürüstlük timsali olmaya devam ediyorlardı. Bir kutup yıldızıydılar yani. Memleketin namuslu ve aydın insanları Onlara bakarak, Onları okuyarak yolunu buluyorlardı. Onları okudukları yer ise Cumhuriyet Gazetesi’ydi. Hani insanların “Cum” yazısı üstte gelecek şekilde katlayıp cebine koydukları, onu okuyorlar diye dayak yedikleri, sürüldükleri gazete…

Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Ahmet Taner Kışlalı ve onlarca aydın yakılarak, vurularak, bombalı saldırılar sonrasında 1990’lı yıllarda katledildiler. Onların katledilmesi ile kutup yıldızımızı, düşün dünyamızın oksijenlerini kaybettik. Düşünülmüş ve planlı katliamlardı bunlar. Bu gün içine düştüğümüz dağınıklık ve karanlık iktidar istemeden de olsa boyun eğiş onların katli yüzündendir. Onlar yaşasaydı sanki bugün daha güçlü ve daha farklı olurduk.
UĞUR MUMCU ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ İÇİN NE DİYOR?

Meclisten Anayasa değişikliğinin geçip halka sunulduğu bu günlerde yapılan değişiklikle ilgili yine yıllar öncesinden Uğur Mumcu’nu yazdıklarına kulak verelim:

“İnsanlara can güvenliği sağlayamamış bir düzene hukuk devleti denilemez. Devrimcilerin faili meçhul cinayetlere kurban gittiği bir düzene demokrasi denilemez. Yolsuzlukların devlet yetkililerini sardığı bir düzene Anayasa düzeni denilemez. Bu, katiller demokrasisidir. Bu, hırsızlar düzenidir.”

Bu nedenle hırsızlar düzenine ve katiller demokrasisine ve tek adam yönetime hayır diyelim.

Umutsuz olmayalım, umutsuz olmamak için çok sebebimiz var. Çünkü düşünceler ölmez ve elbet karanlığa karşı aydınlık kazanır.

Düşüncelerin ölmediğinin en büyük kanıtlarından biridir Uğur Mumcu. Her yıl anmalarına on binlerce insan katılır ve büyük ozan Pir Sultan Abdal’ın dediği Biz Bir Ölür, Bin Diriliriz sözü gerçek olur ve o binler elbet her şeyin hesabını sorar ve ülkeyi aydınlığa çıkarır.
Biz Bir Ölür, Bin Diriliriz…
Mahmut Aslan 24.01.2017

23 Ocak 2017 Pazartesi

OHAL’DE ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNE #HAYIR

Türkiye Anayasa tarihi 1876 yılında çıkarılan Kanuni Esasi’yi temel alırsak yaklaşık 150 yıldır. Bu 150 yıllık süreçte Mutlak Monarşi’den Meşrutiyet’e, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e giden bir süreçle yönetim tek adamdan alınarak bilâ kayd-u şart Millete verilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ise anayasamız bazen ilerlese bazen gerilese de tek partiden, çok partili düzene geçen ve sosyal ve siyasal hakların verildiği daha demokratikleşen bir süreç izleyerek bugünlere gelmiştir.
Anayasalar, toplumsal uzlaşı metinleridir. Toplumun bütün kesimlerini kapsayacak şekilde yapılmaları gerekmektedir. Ama bugünlerde Mecliste oylanan ve referanduma gitmesi beklenen anayasa değişikliği toplumun genelinin uzlaşması ile değil iki partinin anlaşması ile yapılmaya çalışmaktadır. Uzlaşmacı değil, kavgacı bir değişikliktir.
En beğenilmeyen ve yürürlükte olan anayasamız olan 1982 Anayasası bugüne kadar çok defa değiştirilmiştir. Yapılan bütün değişiklikler Mecliste bulunan partilerin genelinin uzlaşması ile yapılmıştır.
Anayasa değişikliğinin Meclise geldiği ilk gün aralarında Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği,  Alevi ve Bektaşi Federasyonu ve Ankara Barosu’nun da yer aldığı 50’ye yakın Demokratik Kitle Örgütü bu değişiklikle ilgili görüşlerini kurum temsilcileri ile Meclisin önünde bir basın açıklaması ile kamuoyu ile paylaşmak istediler. Bu örgütlerin temsilcilerinin sesi -3 derecede su ve gaz sıkılarak kesildi. Yapılan müdahaleyi televizyondan izlemeyen yoktur.
DKÖ’lerin Basın açıklamasında okuyacakları metinde ne diyor kısaca özetlemek istiyorum:
·         1982 Anayasası’nın da bugüne dek pek çok maddesi değiştirilmiştir. Ancak şimdi yapılmak istenen, demokratikleşme için Anayasa değişikliği değil bir rejim değişikliğidir.
·         Öngörülen, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini genişletmek ya da başkanlık sistemi getirmek de değildir. Getirilmek istenen sistemin adının ‘Cumhurbaşkanlığı’ olarak anılması, bir aldatmacadan ibarettir.
Yapılmak istenen, parlamenter demokratik sistemin ortadan kaldırılması girişimidir.
·         Bu değişiklikle Cumhurbaşkanı, yasama, yürütme ve yargı yetkilerini tümüyle kendi üzerine almakta; böylece demokratik rejimin en önemli özelliği olan kuvvetler ayrılığı yok edilmektedir.
·         Bu değişiklik gerçekleşirse parlamento sadece bir vitrin olarak kalacak; bakanların seçilmesinden yargının ve üst düzey kamu görevlilerinin atanmasına dek her şey, tek adamın eli ve emriyle gerçekleştirilecektir.
·         İçinde bulunduğumuz OHAL koşulları, Anayasa değişikliği için asla uygun bir ortam değildir.
·         Parlamento çoğunluğunuz yasa yapmaya yetebilir. Ancak halkın çoğunluğunun gönlünü yapmaya ve insan haklarına dayalı hukuk devletini yaratmaya yetmez.
·         Cumhuriyetimizin mayasında diktatörlük yoktur.
Cumhuriyet, yalnız emperyalizme karşı kazanılmış bir savaşın değil, halkı kul sayan zihniyete karşı kazanılmış bir zaferin ürünüdür.
·         Bu nedenlerle demokratik kitle örgütleri olarak bizler, AKP Hükümeti’nin sunmuş olduğu Anayasa değişiklik paketinin tamamını reddediyor ve hemen geri çekilmesini talep ediyoruz.
Bu basın açıklamasına yapılan müdahalenin ertesi gününde Valilik, Ankara’da umuma açık alanlarda düzenlenecek oyun, temsil, açıklama ve çeşitli şekillerdeki gösteriler ile basın açıklamaları ve stantların, 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu’nun 11. maddesinin verdiği yetkiye istinaden 30 gün süre ile yasaklandığını açıkladı.
Görüldüğü gibi halkın yaşamını doğrudan etkileyecek bir yasanın değişimi ile ilgili halkın konuşması yasaklandı. Ayrıca bu değişiklikle ilgili görüşmelerin Meclis TV’den canlı yayınlanması da engellendi. Önceki CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın dediği gibi, “ayıplı malını pazarlamaya çalışan kurnaz bir tüccar”  gibi bu değişiklik yapılmaya çalışılıyor.
Mecliste görüşülen Anayasa değişikliği ilk turda 330’un üzerinde oy almış ve 2. Tur oylama sonucunda da 330’un üzerinde oy alacağından referanduma gidecektir.
Referanduma gidecek değişiklik önerisinin ayrıntılarına girip boğulmadan Atatürk’e, üniter yapıya ve Cumhuriyet’e sahip çıkan herkesin hayır demesi gerekiyor. Bu normal bir oylama değil hayat meselesi…
Mahmut Aslan

6 Ocak 2017 Cuma

ATATÜRK HEYKELLERİNİN KALDIRILMASI VE ÖRGÜTLÜ CEHALET

Geçen hafta Rusya Federasyonu Türkiye Büyükelçisi Karlov’un bir polisin suikastı sonucu öldürülmesi ve bunun olası etkileri ile ilgili bir yazı yazacaktım. Ama Rize’de yaşanan bir olay sonrası yazımın konusunu değiştirmek zorunda kaldım. Aslında suikastın arkasında da bu yaşanan olay yatmaktadır.
Rize Belediyesi, geçen yıllarda da Mustafa Kemal Atatürk’ün kent meydanında bulunan heykelini kaldırmak istemişti. Ancak kamuoyundan gelen yoğun tepkiler sonucunda bu girişimden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Geçtiğimiz günlerde ise 15 Temmuz darbe girişiminde hayatını kaybedenler anısına heykel yapacağını bahane ederek kent meydanındaki Atatürk heykelini kaldırdılar.
Bu satırları kaldırılan heykelin yerine çıkıp zafer kazanmış edası ile poz veren “işçiyi” gördüğümde yazmaya başladım.
Her yere Atatürk heykeli, fotoğrafı konulmasına en çok karşı çıkanlardandım. Çünkü “Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.” diyen bir adamın heykelleri, resimleri ve rozetleri değildir önemli olan. Önemli olan O’nun görüşleridir. Zaten ülkede bu tür uygulamaların başlaması da 12 Eylül darbesi sonucundadır. Atatürk’e en büyük zarar da bu dönemle verilmiştir. Nadir Nadi bu tip Atatürkçüleri gördüğünde “Ben Atatürkçü değilim…”diye haykırmış ve bunun kitabını bile yazmıştı. Ama günümüzde yaşadığımız süreçte Atatürk heykelleri ile kaldırılmak istenen esasen Atatürk’le sembolleşen cumhuriyet, laiklik, çağdaşlaşma ve tam bağımsızlıktır.
Yani olay Atatürk’ün kurduğu partiden milletvekili olan Mehmet Bekaroğlu’nun şu açıklamasındaki kadar basit değildir: “Atatürk heykelinin yeni kaidesine konulmasında sakınca yoktur. Bir bardak suda kıyamet kopartılacak bir durum yoktur.”
Burada bir parantez açmamız lazım. Mehmet Bekaroğlu’nun zihniyeti bellidir. Bu zihniyetteki birinin Atatürk’ün partisinde ne işi vardır? Ayrıca Atatürk’ün partisi olduğunu her fırsatta söyleyen CHP yetkilileri ve örgütleri heykelin kaldırılmasına neden bu kadar sessiz kalmıştır? Kapa parantez…

SUİKASTLER BUGÜNÜ GETİRDİ
Atatürk Heykeli’ni yıkıp zafer pozu verenler ülkeyi bugünkü içinden çıkılmaz duruma getiren örgütlü cehaletin görünürdeki yüzleridir. Örgütlü cehaletin ülke yönetimini ele alması o kadar kısa sürede ve tek başına olmadı. 1947’den günümüze dek emperyalistler ve karşı devrimci yerli işbirlikçileri çalışmış ve yalan yanlış bilgileri ile halkı kendilerine inandırmışlardır.
1947 ülkemiz için önemli bir tarihtir. Keza Truman Doktrini ve Marshall Yardımı ile ülkenin bağımsızlığından tavizler verilmeye başlanmıştır. Sonrasında ise ülkenin ilerici birikimleri tek tek yok edilmeye başlanmıştır. Toprak reformundan bu dönemde vazgeçilmiş, Köy Enstitüleri bu dönemde kapatılmış. Laiklik ve devletçilik ilkelerinden de önemli tavizler bu dönemde verilmeye başlanmıştır. Sonrasında ise NATO’ya girilmesi ile ülke Amerika’nın Sovyetler’e karşı ileri karakolu olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile dünya tek kutuplu hale gelmiş bu duruma da emperyalist Amerika’nın ideologları “Yeni Dünya Düzeni “ adını takmışlardı. Bu ideologlardan biri olan Huntington, 1996’da ‘Medeniyetler Çatışması’ kitabını yayınlayarak Türkiye’nin Atatürk’ü ve görüşlerini bırakarak, İslam coğrafyasının merkez gücü olması gerektiğini söylüyordu.
1990’lı yıllarda yaşanan suikastlar sonucu Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı bilinçli olarak seçilmiş ve katledilmiştir. Bu isimlerin ortak özelliği ise hepsinin Atatürkçü Düşünce sisteminin ideolojisini iyi bilmeleri onun hakkında yazmaları ve halkı bu konuda bilinçlendirmeleridir.
Yukarıda ismi geçen aydınların “yok edilmesi” sonrasında ülke günden güne ılımlı islamik bir yapıya dönüşmüş ve hatta giderek islamo faşist bir yapı ile yönetilmeye başlamıştır. Yönetimde bulunan güç yukarıda kısaca yazdığımız Huntington’un tezini benimsemiş ve İslam ülkelerinin merkez ülkesi olmaya çalışmıştır. Ama Suriye’de yaşanan olaylar sonrasında Yeni Dünya Düzeni denilen tek kutuplu sistemin çökmeye başlaması ile bu hedefleri suya düşmüştür.
Atatürk’ün cumhuriyetçi, laiklik ve bağımsız devlet ilkesinden uzaklaşanlar. Gitgide eğitimi dinselleştirmiş, ülkeyi tarikat ve cemaat örgütlenmeleri eline bırakmıştır. Bunun sonucunda da yetişen neslin bir parçası olan bir genç, Sünni İslam anlayışı adına Rusya Büyükelçisi’ni katletmiştir.
Ülkede laikliği, demokrasiyi, çağdaşlaşmayı ve emeğin hakkını savunacak aydınlarımız az da olsa bulunmaktadır. Karanlık gidişe son verecek de bunların örgütlü bir mücadelede birleşmesinden geçmektedir.
Örgütlü mücadele sorunumuzu çözdüğümüzde örgütlü cehalet kaybedecek, Mustafa Kemaller kazanacaktır…
30 Aralık 2016

SURİYE SAVAŞI VE ALEVİLERE KATLİAM ÇAĞRISI

Halep’te emperyalistlerin desteklediği cihatçı çeteler yenilgiye uğrayıp, kaçmaya başlayınca bizim
ülkede ki destekçilerini bir hüzün aldı ki sormayın. Halep’te katliam yapılıyor haberi günlerdir boyalı basınımızın ve cikcikin (twitter) trollerinin gündeminden düşmüyor.
Evet, Suriye de yıllardır bir katliam yapılıyor. İşid, el nursa gibi kökten dinci örgütler eliyle. Kelle kesme, kurşuna dizme, kadınlara tecavüz etme ve insanları diri diri ateşe verme görüntülerini ne çabuk unuttunuz?
Emperyalist destekli cihatçı çetelerin çıkardığı iç savaşta Suriye’de yüz binlerce insan öldü, milyonlarcası ise ülkemiz başta olmak üzere başka ülkelere mülteci oldu.
Büyük Ortadoğu projesi diye bir projeyi konuşanımız kalmadı. Hani RTE’nin eş başkanı olduğu. 2005-2009 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanlığı görevini olan Condoleezza Rice, Washington Post gazetesinin 07.08.2003 tarihli sayısında yayınlanan “Transforming The Middle East–Ortadoğu’yu Dönüştürmek” başlıklı yazısında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Fas’tan Basra körfezine kadar uzanan coğrafyada 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini vurgulamıştı hani.
Ana sloganları ise Ortadoğu’ya demokrasi ve özgürlük getirmekti. Amerikan emperyalizmin getirdiği demokrasi ve özgürlük kendi çıkarlarından, kan ve gözyaşından başka bir şey değildir. Yaşananlar da bunun en büyük örneğidir.
O günden bugüne birçok ülkenin sınırı değişti, Libya’da Kaddafi iktidarı yıkıldı ve ülkesi üç parçaya bölündü. Irak’ta Saddam Hüseyin devrildi, yüz binlerce insan öldü, Irak bugün üç parça. Yani projedeki gibi haritalar ve rejimler değiştirildi. Yine Fas, Tunus, Mısır gibi ülkelerde siyasal İslamcı rejimler kurulmaya çalışıldı. Bu ülkelerde örgütlü güçler harekete geçerek emperyalist güdümlü siyasal İslamcı partileri ülke yönetiminden def ettiler. İyi de ettiler.
Emperyalistler Suriye’nin de Irak, Libya gibi olacağını düşündüler ama bu ülke de hiçbir şey istedikleri gibi olmadı. Çünkü oyuna Amerika’nın bölgede tek güç olmasını istemeyen Rusya ve Suriye’den sonra sıranın kendisine geleceğini gören İran’da dâhil oldu ve Suriye devleti geçtiğimiz günlerde 5 yıldır yaşanan iç savaşta en büyük başarısını elde ederek Halep’i tekrar kazandı.
ALEVİLER SİZE NE YAPTI?
Yukarı da kısaca değindiğim olaylardan sonra başlıktaki konuya gelirsen. Halep cihatçı çetelerden temizlenmeye başlayınca buradaki destekçileri olayı başka yere çekmeye çalışmaya başladılar.
Muş Alparslan Üniversitesi Araştırma Görevlisi olduğunu öğrendiğimiz Abdülkadir Şen cikcik (twitter) sayfasından şunları yazmış:
“Cemevi, Ali, insana saygı, Madımak, hoşgörü diyen ne kadar namussuz mezhepçi varsa Halep’te katillerle beraber. Lanetliler topluluğu…”, “Ey Halep’te çocukları, kadınları, sivilleri korkakça bombalayan rejimi savunan mezhepçiler: Sizi bu coğrafyada yeni Malazgirtler bekliyor”, “Bu coğrafyanın her köşesinde bir Malazgirt yaşanacak. Şah İsmail’in bağnaz mezhepçi piçleri hesap verecek. Şahlaştınız Yavuzlaşacağız”, “Suriye direnişi başarısız olursa savaş Anadolu’da Şah İsmail’in mezhepçi vahşileriyle yaşanacak. Herkes hesabını buna göre yapsın”, “Herkes Rus konsolosluğuna gitsin, Ben de oradayım. Mecusi İran’ı ise asla unutmayın. Bu katliam Caferi/Şii haçlı ortaklığı ile yapıldı.”
İnanabiliyor musunuz? Bunu söyleyen, ülkenin bir üniversitesinde çocuklara bilim öğretmesi gereken biri. Böyle kişilerin yetiştirdiği ve yetiştireceği çocukları bir düşünün. Suriye’de yaşanan iç savaşı ülkemize taşıyıp Alevilerin boğazlanması istiyorlar bu nasıl bir zihniyettir?
Bu Alevilerin boğazlanması için yapılan ilk çağrısı değil. Aleviler Koçgiri’de, Dersim’de, Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta ve Gazi’de hep bu ve buna benzer çağrılar yüzünden katledildiler.
Buradan sormak istiyorum. Ey kendini bilmez satırların yazarı ve destekçileri Aleviler Size Ne Yaptı?
Aleviler laik, demokratik cumhuriyeti ve Atatürk’ü çok severler. Kuldan yurttaşlığa yükselmenin değerini iyi bilirler. Sizi rahatsız eden Alevilerin bu sevgisi mi?
Bugüne kadar Alevilerin yaptığı bir katliam okudunuz mu? Okuyamazsınız, insan sevgisine dayanan bir inanç sistemi böyle bir şey yapmaz çünkü.
Sizin bu mezhepçi, katliamcı çağrılarınız ülkede Sünni-Alevi çatışması çıkarmaya yetmez. Ne Aleviler ne de aklı başında Sünni yurttaşlarımızı bu çağrıya kulak asmaz. Asmamalıdır da. Ortadoğu’da yaşanan boğazlaşmanın bir benzerinin yaşanması kimsenin hayrına değildir.
Ortadoğu’da bugün yaşanan mezhepçi boğazlama ülkemizde yaşanmıyorsa, az buçuk kalmış laik sayesindedir. O yüzden laikliğe, demokrasiye, cumhuriyete ve barışa sonuna kadar sahip çıkın ki.
Barış, kardeşlik ve sevgi kazansın…
15 Aralık 2016 

CİNAYETİ GÖRDÜK…

Dünyaca ünlü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi kitabını bilir misiniz? İşleneceğini herkesin bildiği, engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir namus cinayetinin öyküsüdür.
Günümüzde yaşadığımız bazı olaylara bakınca bu roman aklıma geldi birden. Bu romanda yaşananlara benzer gelişmeleri herkes biliyor ama cinayet işlendiğinde, olay yaşanıp bittiğinde feryat figan ediliyor.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu partisinin başkanlık rejimine karşı çıkmak için düzenlediği Adana mitinginde, kendi parti tabanının hala olayın şokunu atlatamadığı bir gafa imza attı.
Geçmişte Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda tetikçilik yaparak insanların içeride kalmasını haklı gösteren yayınlara imza atan Altan Kardeşler ve Nazlı Ilıcak gibi gazetecileri birer özgürlük savaşçısı gibi göstererek onların da o meydanda olduğunu söylettirdi kitleye.
Bugüne kadar ülkesinin bağımsızlığı ve laik demokratik yapısı için can vermiş Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Metin Göktepe gibi büyük gazeteciler için “burada” diyen bağıran kitle ne olduğunu anlamadan liberal, Fetocu tetikçiler için de “burada” diye bağırıverdi. Sonrasında ise birçok eleştiri gelmeye başladı. Vay efendim kitleye bu isimleri nasıl söyletebilir. Parti kendi kimliğinden iyice uzaklaştı…
Yazının başında söylediğim gibi bu cinayet zaten çok önceden işlenmeye başlanmıştı. Parti kendi ilkelerinden kopmaya çok ama çok önce başlamıştı. Bugün o feryat figan edenler dahi bu cinayeti işleyen Kemal Kılıçdaroğlu ve yönetimine dur arkadaş ne yapıyorsun demediler, diyemediler yıllardır…
Cinayetin gelişi 22 Eylül 2010 tarihinde Hürriyet gazetesinde okuduğumuz bu sözle başladı: “Ben bugün için laikliğin tehlikede olduğunu düşünmüyorum. Eğer tehlikede dersek bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem.” Yaşadığımız bugünlerde laiklik tehlikede mi değil mi siz karar verin?
13 Aralık 2014 “Atatürk’ün kurduğu Halk Fırkası’yla bugünkü CHP aynı değil, kendimizi yeniliyoruz.” Bu söz bile parti suçudur. Cumhuriyet Halk Partisi tüzüğünün 1. Maddesinde “Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurucusu, önderi ve ilk Genel Başkanı MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’tür” yazmaktadır. Atatürk’ün CHP’si bir ulus yaratan, kuldan yurttaşa geçişi sağlayan, modern Türkiye’yi kuran, devrimleri yapan CHP’dir.
2011 Milletvekili seçimlerinde parti ile ilişkisi olmayan Aydın Ayaydın, Sinan Aygün, Bülent Kuşoğlu, Turhan Tayan, Binnaz Toprak, Faik Tunay vb. (benim aklıma gelmeyenleri siz ekleyin) birçok kişi bizzat Kemal Bey ve yönetimi tarafından aday gösterildi. Sonrasında vekil olan bu kişilerin söylev ve demeçlerini de biraz araştırma ile ortaya dökebiliriz. Belki başlı başına bir yazı konusu da yapabiliriz.
Türbanlara özgürlük getirilmesi ile ilgili birçok demeç vermiş ve bu demeçleri sonrası türban serbest bırakılmıştı. Mart 2014 tarihinde sanırım kurultay konuşmasında “Unutmayın, üniversitede başörtüsü sorununu çözen biziz” demişti. O gün üniversitelerde serbest bırakılan türban şimdi bütün kamusal alanda serbest…
Ankara Belediye Başkan adayı olarak gösterilen hızlı ülkücü Mansur Yavaş, Cumhurbaşkanı için aday yapılan İslamcı Ekmeleddin İhsanoğlu yine İslami kimliğiyle tanınan Mehmet Bekaroğlu da Cumhuriyet Halk Partisi seçmeninin aklı ile dalga geçilerek aday yapıldılar. Hatta Bekaroğlu cinsiyet kotasından Parti Meclisi üyesi yapıldı ve Genel Başkan Yardımcısı oldu.
Her seçim öncesi oy düşmesi halinde istifa edileceği demeçleri verildi ve girilen bütün seçimler kaybedildi, son seçimde ise oylar %1 düşmesine rağmen koltuğa yapışıp durmaya devam ediyorlar hala… Yok bu sözleri söylemedi, oy da düşmedi diyorsanız. İsteyen istediği bir arama motorundan bu araştırmayı yapabilir ve yanlışım olduğunu bana bildirebilir.
Darbe sonrası saraya ve Yenikapı Mitingi’ne gitmesi ise hafızalarımızda hala sıcaklığını korumaktadır. Yenikapı Mitingi sonrası “YENİKAPI KULLARI VE LAİK CUMHURİYET’İN SONU” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Orada yaşanan manzarayı sanırım laik Cumhuriyet’ten yana olan bütün yurttaşlarımız uzun bir süre unutmayacaktır.
Evet, Adana mitinginde yaşanan hadise işlenen cinayetin bir parçası… Kısacası gerek Cumhuriyet rejimine karşı gerekse CHP’de yaşananları hepimiz görüyoruz ve cinayete ortak olmaya devam ediyoruz.
Yılmaz Özdil’in yazdığı bir cümledir. “CHP’yi geri almadan ülkeyi geri almak mümkün değildir.”

Mahmut Aslan

CELAL ŞENGÖR’ÜN CEHALETİ