27 Kasım 2016 Pazar

Komutanım FİDEL

Herkes popüler ikon yapılmaya çalışılan CHE'yi severken ( Gerçekte CHE büyük bir devrimcidir.)Karizmatik fotolarından dolayı.Ben hep Fidel asıl komutan diye diretirdim ve Fidel'e büyük sevgi duyardım.Hatta bir erkek çocuğum olursa Fidel Castro koyacağını söylerdim.Binlerce kilometre uzaktan ona bu kadar sevgi ile bağlıydım yani.
Fİdel sadece benim için değil; eğitimden, sağlıktan, barınmadan ve bağımsızlıktan uzak bir çok halktan insan için de bu kadar çok sevilen insandır.Çünkü o emperyalizmin kuklası ve yoksullarla dolu bir ülkeyi bugün dünyada en iyi sağlık hizmetini veren, herkesin parasız eğitim aldığı ve ablukadan kaynaklı yoksul olsada başı dik ülke haline getirdi.
Fidel öyle yoksul bir aileden değil hani, zengin bir ailede yetişmesine, iyi eğitim almasına rağmen(hukuk doktorudur)bütün burjuva değerlerini bir tarafa bırakıp, ölümü göze alarak o yoksul halk için direnişe geçmiş kişidir.
Tam bir vatanseverdir Fidel."Ya Vatan Ya Ölüm"sözünü çok defa söylemiştir.Bu cümle bize çok uzak değil.Çünkü bizim kurucu devrimcimiz de "Ya İstiklal Ya Ölümk demistir. Bugünün küreselleşen dünyasında vatanseverlik tu kaka bir kavramdır.Büyük büyük devrimcilerimiz! yıllarca bu öğrenilmiş ezberi sattılar bu ülkede.
Fidel'in o küçük ülkesi enternasyonalistir de ayni zamanda bütün Latin Amerika halkları ile dayanışmıştır.Sadece Latinlere değil Kara Afrikadaki mazlumlarla da dayanışmıștır Fidel'in Küba'sı.Chavez'le dostluğu üstünden sosyalizme doğru giden Bolivarcı Venezüella birazda Fidel'in ürünüdür.
Komutanım,düşünce dünyamın yol göstericisi büyük insan.Güle güle.Yaptıklarınla ve düşüncelerinle bizimle yaşamaya devam edeceksin.Ne demiş bizim Yunus: Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil...
26.11.2016

20 Kasım 2016 Pazar

Diktatörlüğe Geçit Yok!

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın bir grup toplantısında söyleyip indiği bir cümle… “SENİ BAŞKAN YAPTIRMAYACAĞIZ!
Bu sloganla HDP baraj aştı…
Kısa ve net anlatılmıştı her şey çünkü. Ülkenin başına bela olan, başkanlık meraklısına bir cümle ile kafa tutulmuştu. Bu kafa tutuş ise ülkenin batısından oy alamayan HDP’ye, Tayyip Erdoğan karşıtlığı üzerinden ciddi bir oy getirmişti.
Bu sözün üzerinden insan ömrü için çok kısa bir zaman geçti belki ama çok şeyler sığdırılan bir zaman dilimi geçti. Bugün HDP Eş Genel Başkanları dâhil birçok milletvekili ve belediye başkanı tutuklandı ve bu satırları yazdığım saatlerde iki Belediye’ye daha operasyon yapıldı.
Felsefenin temelinde sorular vardır. Çünkü, soru sorulmadan doğru cevaplara ulaşılamaz ve düşünce geliştirilemez. İlk filozof Thales dünyanın ilk maddesi nedir? diye sormuş ilk önce, sonra maddenin ilk öğesi (arkhe) olarak suyu ileri sürmüştür. O soruyu sorup cevap aramaya başladığı gün felsefe başlamıştır. Felsefe ile de dünyanın ileriye dönük tekerleği hızla dönmeye başlamıştır.
Gelin biz de doğru sorular sorarak, doğru cevaplar bulmaya çalışalım beraber. Ülkemizin geleceği için doğru sorulara ve cevaplara çok ihtiyacımız var.
HDP operasyonlarının arkasında ne var? Düne kadar yaşanan Kürt politikasındaki yumuşa ve çözüm süreci ne oldu da bozuldu? Bugün yaşadıklarımıza nasıl gelindi?
Hep beraber hafızamızı tazeleyelim. Çözüm süreci döneminde Tayyip Erdoğan’ın, HDP ile anlaştığı başkanlığa karşılık Kürt bölgelerinde özerkliğe hatta federasyona izin verileceği söyleniyordu. Tabii başkanlık sisteminin dünyadaki örneklerine baktığımızda federasyonsuz bir başkanlık olmadığı görülmektedir. Ama hiçbir şey söylendiği gibi olmadı. HDP, başkanlığa evet demeyeceğini açık bir şekilde dile getirdi. Barajı aştı ve AKP, tek başına iktidar olamadı. Tabii bu sonuçtan sonra bir de Suriye’de yaşanan dış politika başarısızlığı ile AKP ve lideri Tayyip Erdoğan politika değişikliğine gitmek zorunda kaldı.
AKP’nin politika değişikliği, Kürt politikasına karşı sertleşerek kendi oyları dışında batıdaki milliyetçi oyları almak ve MHP’yi baraj altı bırakmaya çalışmak oldu. Tabii bu politikaya HDP’li belediye başkanlarının bölgede yaptığı özerklik açıklamaları da destek oldu.
Bu süreci ana muhalefet partisi CHP ise izlemekten başka bir şey yapmamıştır. 7 Haziran seçimlerinde öne sürdüğü seçim vaatlerini değiştirmeden sadece ekonomik vaatler üzerinden 1 Kasım seçimlerine katılmış ve bu seçimde de başarısız bir sonuç almıştır. İnsanların öldüğü bir ortamda ekonomik vaatler işe yaramaz çünkü.
AKP’NİN BAŞKANLIK OYUNU

Geçtiğimiz haftalarda bir anda MHP Genel Başkanı Bahçeli, partisinin grup toplantısında bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü? minvalinde bir açıklama yaparak ülke gündeminden kalmış olan başkanlığı yeniden gündeme getirdi.
Bu açıklamadan sonra hızlı bir görüşme trafiği başladı. Bahçeli ilk olarak Saray’a gitti sonra görüntüdeki Başbakan Binali Yıldırım ile görüştü.
Başbakan Binali Yıldırım ile Çankaya Köşkü’nde geçen hafta ikinci kez görüşen MHP lideri Devlet Bahçeli Twitter hesabından yaptığı açıklamada, “Başbakanın anayasayla ilgili düşüncesi makul. Olumlu geçen görüşme güzel gelişmelere vesile olacak” diye yazmıştı.
Bahçeli’nin yaklaşımını değerlendiren Yıldırım ise şöyle konuşmuştu: “MHP’yle beraber anayasa değişikliğini yapacağız ve başkanlık sistemini hayata geçireceğiz.”
Bu görüşmeler sonrasında AKP tarafından bir anayasa değişikliği teklifi hazırlanarak MHP’ye sunuldu.
Sunulan teklifte kulis haberlerine göre şunlar var:
Türkiye Cumhuriyeti’nin başı, Türkiye Cumhurbaşkanıdır.
* Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu’nun başı Türkiye Cumhurbaşkanıdır.
* Bakanlar Kurulu’na Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı başkanlık eder.
* Cumhurbaşkanı ve milletvekilleri seçimleri 5 yılda bir yapılır.
* Bakanlar Kurulu’nu Cumhurbaşkanı atar.
* Bakanlar Kurulu’nun 3/4’ünü Cumhurbaşkanı dışarıdan, geri kalanını ise seçilmiş milletvekilleri arasından atar.”
Her ne kadar sunulan teklifte güçlü Cumhurbaşkanlığı geçse de sunulan teklif bal gibi de başkanlıktır.
RTE, geçmişte HDP ile yapamadığını bugün MHP ile anlaşarak yapmaktadır. MHP, Kürt politikasında sertliğe ve HDP’nin siyaseten yok edilmesine karşılık adı Cumhurbaşkanlığı olsa da başkanlığa evet demektedir.
Bahçeli, bu hamlesi ile belki Cumhur-başkanı yardımcısı olabilir ama ülke tarihine kara harflerle geçeceği kesindir. Kendi partililerinin bile istemediği bir Genel Başkanın ülkede demokrasinin önü tıkandı sözü ile bu teklife onay verecek olması ise komiklikten başka bir şey değildir.
Ülkede bunlar yaşanırken tarihsel sorumluluğu olan ülkenin ana muhalefeti CHP’nin yönetimi salı günü grup toplantısında konuşmaktan ve politikasızlıktan başka bir şey üretememektedir. Bu gidişe dur demek için televizyonlarda yer bulmadığınıza göre ev ev gezmekten, büyük mitingler, salon toplantıları yapmaktan ve başkanlığa karşı çıkmaktan başka çareniz yok. Hadi ne duruyorsunuz ülke sizden hizmet bekliyor. Bu sorumluluğu yapamayacaksanız oturduğunuz rahat koltukları terk edin de yapacaklar, yapmaya niyetliler gelsin. Yoksa iş işten geçecek.
Sloganımızsa net. Diktatörlüğe geçit yok!
Buradan bütün partilerin içindeki parlamenter sistemden yana olanlara sesleniyorum:
Hey, hop ülkede rejim değişiyor farkında mısınız?

17 Kasım 2016 Perşembe

Selahattin Demirtaş’a Mektup

Sayın Selahattin Demirtaş
HDP Genel Başkanı
Size bu mektubu ülkeme ve demokrasiye olan sorumluluk duygumla yazıyorum. Sadece Kürt Hareketindeki insanların değil ülkede gerçek demokrasiyi savunan insanların sizin tutuklanmanıza sessiz de olsa isyan ettiğini biliyorum.
Ben Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde size oy vermiş bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıyım. Sizin düşüncelerinizle birçok noktada uzlaşamadığımı söyleyebilirim. Sizin pencerenizden bakılırsa ben “ulusalcı” olarak nitelendirilebilirim. Ama kendimi, Atatürk’ün yaptıklarını çok önemli bulan ve onun yaptıklarına nankörce karşı çıkmayan demokratik sosyalist biri olarak tanımlıyorum. Ülkenin bütünlüğünden, ne kadar kaldıysa laik, demokratik yapısından yanayım.
Evet, demokrasi konusunda çok eksikliklerimiz var. Sizin ve partinize mensup diğer siyasetçilerin tutuklanması da bunun en büyüklerinden biri. Voltaire‘nin herkes tarafından bilinen ünlü sözündeki gibi “Düşüncelerine katılmıyorum ama senin düşüncelerini savunma hakkını sonuna kadar destekleyeceğim.” Çünkü bu destek demokratik siyasete olan inancımızdır. Ustamız Uğur Mumcu’nun bir televizyon programında söylediği şu sözler de sizin siyaset yapmanızı desteklememiz için yeterlidir: “Ben işkencenin, düşünce suçunun olmadığı, herkesin silahsız saldırısız eşitçe ve özgürce tartıştığı, dinci partinin ve Marksist partinin kurulduğu bir düzen istiyorum. Ancak o zaman televizyonda bütün düşünceler açıklanır o zaman Atatürk maskesi takmış Abdülhamitçilerle de hesaplaşabiliriz.”
Sizlerin siyaset yapmanız silahlı terörün azalmasını hatta zamanla yok olmasını sağlayabilir. Geçmişte, “dağda olacaklarına düz ovada siyaset yapsınlar” deniyordu ya tam da budur söylediğim…
Sayın Demirtaş,
Biraz da politikalarınızı eleştirmek istiyorum. Tabii çok uzun yazacak değilim sadece genel hatlarıyla birkaç konuya değineceğim.
İlk olarak 2010 yılında yaşanan referandumda aldığınız “boykot” kararı ile evet çıkmasında büyük bir katkınız oldu. Bu sayede az buçuk kalan yargı bağımsızlığı tamamen ortadan kaldırıldı ve toplumsal kutuplaşma günden güne arttı.
İkinci olarak; 2013 yılında toplumda yaşanan büyük baskı sonucunda patlak veren “Gezi direnişine” karşı sergilediğiniz tutum. Bu kolay unutulacak bir şey değil. Gezi direnişini “halk hareketi” değil de “darbe girişimi olduğunu” andıracak söyleminiz mesela. Ülke diktatörlüğe giderken siz AKP ile nasıl anlaşırız, bunun arayışındaydınız. Milliyetçi söylemleriniz baskın geldiğinden sadece Kürtlerin çoğunlukta yaşadıkları bölgelerde çıkar elde etme derdindeydiniz. Şunu görmezden geliyordunuz: Diktatörler istedikleri güce ulaştıkları zaman ilk aşamada müttefiklik yaptıklarını yok eder, tek güç olarak kalırlar. Siz ve liberallerin şu an yaşadığı tam olarak da budur.
Toplumsal dincileşmenin suyuna gitmek için gerici 4+4+4 yasasına evet oyu verdiniz. “Demokratik İslam Kongresi”ni topladınız. Kongrede dini kararlar alıp açıkladınız. Şu an İMC’nin sitesinden okuyorum örneğin. Aldığınız kararların her bir yanı hadis ve ayetlerle süslü. Bir de günümüzün siyasal terimleri ile 1400 yıl önce Arap coğrafyasında yaşananların açıklaması komikliğine düşülmüş.
Keza Zaman gazetesine verdiğiniz söyleşi. Şunları söylemiştiniz: “’Dindar bir ailede büyüdüm’, ‘Kız kardeşimin başı örtülü’, ‘Said-i Nursi çok etkileyici’, ‘Said-i Nursi’nin mücadelesini örnek alıyoruz’, ‘Kaç defa dedim bana dinsiz demeyin’, ‘Medine Sözleşmesi HDP beyannamesidir’, ‘Biz Medine Sözleşmesi’ni HDP beyannamesi ile güncelledik’, ‘Selahattin Eyyubi talan yapmadı’.” Bu konuda size en sert eleştiriyi Hüseyin Aygün yöneltti. Eleştirileri milyonlarca insan tarafından okundu. Eminim ki, siz de okudunuz. Yazılanlara keşke o zaman cevap verseydiniz ve yaptığınız yanlışlardan dönebilseydiniz.
Üçüncü olarak 7 Haziran seçimlerinden sonraki partinizin tutumu… Halkın size göstermiş olduğu ilgiden ve verilen oylardan güç alarak hendek siyasetine giren PKK’ye karşı dik duramadınız. Yüzbinlerce insanın göçmesine, birçok insan hakkı ihlaline yol açan ve yüzlerce insanın öldürülmesine sebep olan bu siyasete karşı çıksaydınız, bugün belki de bambaşka şeyler yaşıyor olurduk. Çünkü orada yaşananlardan dolayı RTE ve yancıları milliyetçi cephe oluşturdular.
Son olarak da “Biji Obama” sloganları, AB ve Amerikan emperyalistleri ile kurduğunuz ilişkilere değinebiliriz ama bu konu çok uzun bir yazının konusu. Bu konuda yalnızca İsmet İnönü’nün sözüyle bir eleştiri getireyim: “Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer.” Kendi çıkarları doğrultusunda anında satarlar sizi yani.
Bu konuları keşke yüz yüze konuşup tartışma imkânımız olabilseydi. Umarım özgürlüğe kavuştuğunuz gün karşılıklı tartışabiliriz. Çünkü yıllardır çevreme söylediğim bir şey var: Ülkenin kurtuluşu, Cumhuriyetçi/Kemalistlerle Kürtlerin yeniden bir araya gelip mücadele etmesinden geçiyor. Başka da çıkış yolumuz yok.
Saygılar…

ARTIK BİR ARAYA GELİP ÇÖZÜM YOLU BULMALIYIZ

Geçen hafta yazı yazmak içimden gelmedi.
Bu hafta da öyle ama yaşananlara karşı durmak da en insani ve devrimci görevim.
Çok hızlı geçen ve tarihe kara harflerle yazılacak günlerden geçiyoruz. Gelin haftaya hızlıca bir bakalım, memleketin manzar-i umumisini çıkaralım beraber.
Bu haftaya Cumhuriyet Gazetesi baskınları ile uyandık.
Ondan önce bir iki kanun üstünde (hükmünde ama artık üstünde) kararname yayınlandı. Bu kararname ile on binlerce insan yineişinden edildi. İşten atılan kamu emekçisi sayısı nerdeyse 12 Eylül askeri darbesinin dört katına yaklaştı. Rektörlük seçimleri çok saçma bir gerekçe ile kaldırılarak sürekli kandırılan tek adama bırakıldı.
CHP Genel Başkan Yardımcısı ayağından vuruldu.
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı tutuklandı.
Cumhuriyet Bayramı kutlamaları yapılmasın diye memleketin başkenti belediye kamyonlarıyla işgal edildi.
Yine birçok şehit verildi ama haberlerde kısaca değinilip geçildi. Ülke bu ölüm haberlerine alıştırıldı.
Şortla otobüse bindi diye bir kadına tekme atan yaratık birkaç kez serbest bırakıldı.(Bu arada yargıya güvende bu gibi nedenlerle sıfırın altına inmiş durumda.)
Bunlar kısaca aklıma gelenler. Biliyorum sizler de yaşananlara birçok şey ekleyebilirsiniz.
Yukarıda kısaca yazılanlara bakarak bile 15 Temmuz başarısız darbe girişimi sonrasında ülkenin hızla uçuruma doğru sürüklendiğini görebiliriz.
Ülke uçuruma sürüklenirken biz neler yapıyoruz diye düşünüp şapkamızı önümüze koyma zamanımız gelip de geçiyor.
Evet, hepimiz ülkenin ve çocuklarımızın geleceği için umutsuzluğa kapılıyoruz.
Bize umut olacak örgütlerimiz tam bir örgütsüzlük içindeler. Sendikalarımızın, partilerimizin, odalarımızın durumu hepimizin gözleri önünde…
Artık haftada bir gün muhalefet partisi liderlerinin basın toplantısı kıvamındaki grup toplantılarından da iyice sıkıldık. Lafla peynir ekmek gemisinin yürümediğinin de farkındayız.
Bertolt Brecht’in çok ünlü bir sözü geldi aklıma “Faşizme karşı birleşmeyenler, faşizmin zindanlarında birleşirler”. Kürt- Türk, Alevi-Sünni demeden bir araya gelip bir çözüm yolu bulmak için zamanımız hızla azalıyor.
Ben Namık Kemal’in şu dizelerini yazdığı karanlık günlere benzer günlerdeyiz diye düşünüyorum: “Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini/Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini…”
Ama Namık Kemal’in dizelerini değiştirerek şu sözü söyleyen: “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini/Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.” Mustafa Kemal’in çıktığı bu topraklarda yine bu köklerden gelenlerin bu gidişe dur diyeceği günleri de umutla bekliyorum.

İSTİKLAL SAVAŞI VE LOZAN


Lozan tartışmaların zafer mi hezimet mi tartışmalarının devam ettiği günümüzde, bir yazı kaleme almak için kaynak taramasına giriştim. Bu süreçte birkaç kitap alıp okuma ve inceleme fırsatı buldum. Bunların içinde en kısası ve beni en çok etkileyeni şimdi tanıtımını yapacağımız İstiklal Savaşı ve Lozan oldu.

Kitap Cumhuriyetin 50. yıl dönümü nedeniyle İsmet İnönü’nün 23 Ekim 1973 tarihinde Türk Tarih Kurumun ’da verdiği konferansın metninden oluşmaktadır. Atatürk Araştırma Merkezi bu kitabı bir simit parası ile ücretlendirmiştir. Geçen sayılardaki kitap tanıtımında da söylediğim gibi kitapların ucuzluğu pahalılığı değil, içeriği önemlidir. Bu kitapta içerik açısından çok ama çok önemlidir.

Konuşmanın başlangıcında 1. Dünya Savaşında ordunun durumu ve Almanların bizi nasıl savaşa soktuğu, tarih derslerinde öğrendiğimizden farklı olarak içinden bir subayın bakış açısıyla çok gerçekçi bir şekilde anlatılmaktadır.

İsmet Paşa’nın kitabın ilk sayfasında söylediği gibi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve Cumhuriyet’in kuruması İstiklal Savaşı’nın ürünüdür, Birinci Cihan Savaşı’nın değil diyerek çok gerçekçi bir tarih bakış açısını yansıtmaktadır. Günümüzdeki tartışmalara da açıklık getiren bir başlangıç sözüdür bu. Çünkü Birinci Cihan Savaşı’nın sonucu Serv’dir.

Kitapta Kuvayi Milliye’den düzenli orduya nasıl geçildiğini yine ilk ağızdan öğreniyorsunuz. Benim en dikkatimi çeken anlatılardan biri bir miralayın yani gümünüzün Albay seviyesinde birinin neden ülkenin ilk Genel Kurmay Başkanı olmasını İsmet Paşa şöyle anlatıyor: ”İlk günden itibaren Atatürk davasına inanmış olup kendisi ile işbirliği yapan kumandanların her biri kendi kumanda ettikleri kıtanın başında bulunmakla, hem şahışları, hem hizmetleri bakımından daha verimli, daha emniyetli durumdaydılar. Herkes kumandasını, emniyetini bırakıpta nazari olarak, elinde hiçbir vasıtası olmayan ricacı bir adamın vaziyetine girmeyi istemez. Onun verdiği kolaylıkla Miralay İsmet Bey’in Genel Kurmay Başkanı olmasını tabi buldular.”(s.18)

Devamında İç İsyanlara ve İnönü Zaferlerine değinilen kitapta zafere giden çileli yolu görüyorsunuz. Savaş sırasında ordularımızdan daha güçlü olan Yunan ordusunu taktiksel nasıl yendiğimizi de öğreniyorsunuz. Örneğin Yunan ordusundan farklı olarak bu savaşta ağır topları daha düzenli kullanmamız ve dava sahibi olmanın enerjisi olarak yorumluyor İsmet Paşa.

İstiklal Harbi kazanıldığında ünlü İngiliz devlet adamı Churchill’in zaferimizle ilgili şu sözünü de yine ilk olarak kitabın içinde okuma fırsatı buldum: “Suratımıza hacalet (utanç) şamarı yedik!”

Kitapta Lozan kısmına çok az değiniliyor sonuçta kısa bir anlatının ürünü bir kitap. Ama çok az değinilen bölümde bile şunu anlıyorsunuz emperyalistlere güvenilerek bir işe girişilmez. Bu konuda Venizelos ve Lord Curzon arasındaki bu konuya iyi bir örnek. Venizelos Lozan konferansı öncesinde Lord Curzon’a giderek şöyle diyor: “Biz müttefiktik, kaybettim ben bu harbi.Bir ittifak heyetinde azadan birinin muharebe kaybetmesi var mıdır? İttifak heyetinde müttefiklerin hepsi kazanır veya kaybeder.Ben felakete uğramışım siz beni bu felakette yalnız bırakıyorsunuz, olmaz bu! Serv Muahedesini isterim.

Lord Curzon: Canım, sen tecrübeli devlet adamısın, nasıl söylüyorsun bunu? Nasıl yapacağız biz bunu?”

Venizelos: Ben isteyeceğim bunu konferanstan ve size alenen reddettireceğim. Dünyaya göstereceğim ki, İngilizlerle ittifakın neticesi budur!” (s.30)

Lozan Konferansında en çetin görüşmeler kapitülasyonlar üzerine oluyor ve Türk Heyetinin büyük direnci ve diplomatik başarısı ile kapitülasyonlar kaldırılıyor. Bunun üzerine hepimizin artık kulak aşinası olduğumuz Curzon’la İsmet Paşa arasında geçen ünlü diyalog yaşanılıyor. “Lozan’da kaybettiklerimizi, siz para istediğinizde cebimden çıkaracağım” diyor Lord Curzon. Sonrasında İngilizler çıkarmasa da dünya siyasetinde onun yerine geçen Amerikalar her borçlanmada cebindekileri çıkardılar ve cumhuriyetimiz kuruluşundan çok uzaklaşarak bugünlere geldi.

Kitabın son sözü ile yazımızı bitirelim. “Sağlam bir Cumhuriyet kurulmuştur ve vatandaşlarımız bunu şerefle muhafaza edecektir.”

Mahmut Aslan-21.10.2016


“İstiklal Savaşı ve Lozan” – İsmet İnönü- Atatürk Araştırmaları Merkezi-2014

31 Ekim 2016 Pazartesi

Laik ve Bilimsel Eğitim İçin Direnin!

AKP iktidara geldiği ilk günden bu yana uyguladığı politikalarla eğitimi bir yazboz tahtasına çevirdi. Her yeni Milli Eğitim Bakanı ile yeni bir politika belirledi. Hâlbuki gelişmiş ülkeler eğitim politikalarını yıllardır oturtmuştur ve bizdeki gibi her yeni bakanla yeni bir politika belirlememektedir.
2002 yılında iktidara gelen AKP ilk iş olarak eğitimin omurgası olan müfredatı değiştirmekle işe başladı. Müfredat evrensellik adına değiştirildi. Ancak yapılan değişimlerde ulusal değerler bay-pas edilmiş, Atatürk, bilim, felsefe ve sanat müfredattan uzaklaştırılmıştır.
Eğitim-İş önceki Genel Başkanı Veli Demir Odatv’de çıkan bir yazısında eğitimin gericileştirilmesini anlatırken 2011 yılında Milli Eğitim Bakanlığının 652 sayılı kanun hükmünde kararname ile Milli Eğitim Bakanlığı teşkilat yasasının değiştirdiğine dikkat çekerek yeni teşkilat yasasından, eski yasa da olan şu hükümlerin çıkarıldığını belirtiyor: “Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki ve manevi, tarihi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren, ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaş olarak yetiştirmek.”
Görüldüğü gibi yeni teşkilat yasası ile laiklik ve bilimsellikten uzaklaşma adına bir adım daha atılıyor.
Bu yasa değişikliklerinden sonra kamuoyunun 4+4+4 olarak bildiği 30 Mart 2012’de çıkarılan 6287 sayılı “İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ”la eğitimde piyasalaşmanın ve dinselleşmenin yolu sonuna kadar açılmış oluyor. Birçok okul zorunlu olarak imam hatip ortaokuluna ve lisesine dönüştürüyor ve gizli milli eğitim bakanı Bilal Erdoğan’ın ‘5 yılda 1 milyon imam hatipli’ hedefine, sadece bir yılda ulaşılması sağlandı.
PROJE OKULLARI VE DİRENEN LİSELİLER
Milyonlarca imam hatip mezunu yetmemiş olacak ki günümüzde yeni bir proje ile ülkenin yüz akı olan kurumsallaşmış okullara el atma gerekliliği duydular.
Peki, proje okulları ile ne oluyor? Günlerdir haberlerde okuduğumuz öğrenci ve veli direnişleri neden oluyor?
2014 yılında başlayan proje okul uygulamasında proje okul seçilen liselerin yönetici ve öğretmen atama yetkileri Milli Eğitim Bakanlığı’nda toplandı. Aralarında İstanbul’daki çok sayıda köklü lisenin de olduğu proje okullarda görev yapan ve görev süresi 8 yılı aşan çok sayıda öğretmen 15 Temmuz darbe girişiminin ardından çıkarılan KHK ile norm fazlası ilan edildi. Bakanlık norm fazlası ilan edilen öğretmenlerin öğretmen açığı bulunan okullara tayin edileceğini açıkladı.
Bu açıklamadan sonra laik bilimsel eğitim veren bu güzide okullarımızın temeli aydınlık öğretmenler başka okullara tayin edilmeye başladı. Bu tayinlerin okulların eğitim döneminde başlaması da ayrıca düşündürücü bir olay. Hem giden öğretmenlerin hem de yerine gelecek öğretmenlerin yeni okullarına adapte olması büyük başka bir sorun olarak ortada durmaktadır.
Ama asıl hedeflerini adından başka milliliği kalmayan Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz şöyle açıklıyor:
Sorumluluğumuz 18 milyon öğrenci, 79 milyon vatandaşımızdır. Aydınlık Türkiye’yi fikri hür vicdanı hür, yarınına güvenle bakan, kendine güvenen, yerel ve milli değerleri benimsemiş, evrensel değerlere açık ve 15 Temmuz olduğunda ‘Vatan senden hizmet bekliyor’ dendiğinde sağına soluna bakmadan sokağa bayrakla çıkabilecek, yeni bir nesli yetiştirmek istiyoruz.”
15 Temmuz günü sokağa çıkanların görüntüleri hepimizin gözü önündedir. Bir askerin boğazını kesebilecek kadar vahşileşecek insanlar topluluğu. Yani hedef “hadi” denildiğinde düşünmeden hareket edecek insan sürüsü yaratmaktır. Hedef bu ise vay halimize…
O yüzden gerici eğitim politikalarına karşı çıkan ve günlerdir öğretmenleri için direnen liselileri saygıyla selamlıyorum ve bütün demokratik kitle örgütlerini yaşananlara karşı tepki vermeye çağırıyorum.
Laik ve bilimsel eğitim olmadan ülkemizin demokratikleşemeyeceğinin ve kalkınamayacağının halkımıza anlatılmasının yolları aranmalıdır. Bunu da yapacak en önemli yerler laik, demokratik ve bilimsel eğitimden yana olan eğitim sendikalarıdır. Binalarınızdan ve okulun öğretmenler odasından çıkıp halka gerçekleri anlatmak siz öğretmenlerin görevidir. Büyük öğretmen örgütçüsü ve yazar Fakir Baykurt’un dediği gibi “Öğretmen yalvarmaz, öğretmen boyun eğmez, öğretmen el açmaz, öğretmen ders verir. “ 
Haydi ders vermeye…
Son söz yine direnen liselilere:
Direnin çocuklar direnin gelecek güzel günler ellerinizde…
Mahmut Aslan-20.10.2016

Lozan Bir Türk Zaferidir

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz hafta bilmem kaçıncı muhtarlar toplantısında bir sözü ile yine ülke gündemini başka yerlere taşıdı. Konuşmasında ülkenin tapu senedi olan Lozan’a tam bir cahillik örneği ile “Birileri zafer diye yutturmaya çalıştı. Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik, Zafer bu mu?” deyi verdi.

Doğan Kuban Herkese Bilim Teknolojisi dergisindeki makalesinde, “Uzun bir yaşamın sonunda politikacıların söyledikleri ve medyanın yayımladıklarının genelde tam gerçeği yansıtmadığını öğrendim. Herkes kendi gerçeğini anlatıyor. Çünkü yalan da bir gerçektir. Fakat öğrenemediğimiz, bazen öğrenmek istemediğimiz, bazen bizden saklanan, bazen istesek de öğrenemeyeceğimiz hepsinden büyük bir dünya daha var” diye yazmıştı.

Yalan bir gerçek olduğu gibi doğruda bir gerçektir. Hem de daha güçlü bir gerçektir. Bizlerin de halka doğruları söylemek gibi görevimiz var.

Bazen böyle sözlerin söylenmiş olması ve tartışmaya açılması iyi oluyor. Bu sayede tarihsel gerçeklikler tekrar hatırlanıyor. Biz de bu sayede Lozan’ı ve cumhuriyet kazanımları konusunda yeniden okuma fırsatı bulduk. Bu yazı ile de bu okuduklarımı sizinle paylaşıyorum.
Erdoğan’ın son açıklaması aslında Kadir Mısırlı, Abdurrahman Dilipak, Fikret Başkaya, Mehmet Altan, Necip Fazıl gibi Cumhuriyet düşmanı kişilerin resmi tarihin yalan olduğuna dair yazdıkları ideolojik tezlerin bir sonucudur.

“Resmi tarih kısaca şöyle tanımlana bilir okuması zorunlu, ana çizgilerden oluşan, pedagolojik amaçlı, yönlendirici ilk ve orta öğretim ders kitapları” diye yazıyor Turgut Özakman Vahdettin, M.Kemal ve Milli Mücadele kitabında ve söyle devam ediyor “…tarihi resmi tarih, gayri resmi tarih diye ayırmak yanlıştır. Bir tarihin ancak doğru olup olmadığı tartışılabilir. Yanlış varsa eleştirilmeli ve belgelere dayalı olarak düzeltilmelidir.”

Onlarca yıldır halkın beynine Kurtuluş Savaşı olmadı, Lozan hezimettir, Atatürk Samsun’a Vahdettin’in emri ile çıktı gibi tarihsel safsataları fısıldayıp yerleştirmeye çalıştılar. Ama tarihsel gerçekler ortadadır. Bu konularda (Kurtuluş Savaşı, Lozan ve Atatürk) yazılmış 10 binin üstünde ulusal ve uluslararası kaynak bulunmaktadır. Bu kaynakların tamamı yukarıda ismi geçen zevatın tam tersini söylemektedir.

LOZANLA İLGİLİ YALAN DEMEÇLER

Lozan konusunda son dönem de gerici gazetelerde çıkan yazılara şöyle bir göz atalım. Koca koca ünvanlı adamların nasıl kara cahil olduklarını görelim.

“Lozan süreci, Türkiye’nin resmen Osmanlı’dan ve dolayısıyla İslâm kültüründen koparılması ve Batı’ya bağımlı hâle getirilmesinin bir başka adıdır.” ( Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Yusuf Kaplan “Ezberler çöpe: Lozan, bizim ölüm fermanımızdı!”)

Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu Sevr, resmiyet kazanmamış bir anlaşmadır. Sadece o sırada giden heyetin imzaladığı anlaşmadır ki bu resmiyet kazanmış anlamına gelmez. Resmi olması için Osmanlı Büyük Millet Meclisi’nin imzalaması gerekiyor ve bunun dışında padişahın imzalaması gerekiyor. İkisinin de imzası yoktur. Sevr, geçerli bir anlaşma değildir. Bize Sevri gösterip, Lozan’a razı ettiler. Sevr anlaşmasına kıyasla, Lozan’ı zafer kabul ediyorlar. Biz Sevr’i de kabul etmedik ki; Lozan’ı zafer olarak değerlendirelim” (01 Ekim 2016, Akit Gazetesi) Burada kısa bir açıklama yazmazsam çatlarım be adam Kurtuluş Savaşı neden verildi? O Sevr, Kurtuluş savaşı olmasa o dediğin aşamalardan geçerek onaylanmış olacaktı. O antlaşmayı halkın azim ve kararlılığı yırtıp tarihin çöp sepetine attı.

Bu açıklamalar içinde en üzücü olanı ise Atatürk’ün kurduğu 12 Eylül 1980’de kapatılan şuan o kurumla sadece isim benzerliği olan Türk Tarih Kurumu başkanının yaptığı şu açıklamadır:
“Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan, “Lozan Anlaşması cephelerde kazanılan zaferin oranında bir muvaffakiyet belgesi olmadığı açıktır. Anlaşma çok yarım doğmuş bir anlaşmadır. Misak-ı Milli hedefleri ile mukayese edildiğinde Lozan Anlaşması bütün Türk tarihçilerini düşündürecek bir mahiyet arz etmektedir” (03 Ekim 2016, Akit Gazetesi)

TARİHSEL YALANLARA CEVAP İNGİLİZ BELGELERİ

Bu açıklamalara bakarak şunu görebiliyoruz örgütlü cehalet tüm Türkiye’yi ele geçirmiş ve çok ses çıkarıyor. Ama onların bu seslerini kesmek de bizlerin görevi. Tarih Kurumu başkanına ve diğer koca ünvanlı küçük adamlara cevabı Tarih Kurumu tarafından yayınlanan kitaptan birkaç alıntı ile verelim.
1916-1922 arasında başbakan olan Lloyd George, 28 Temmuz 1924 tarihinde Daily Telegraph gazetesine verdiği röportajda Lozan hakkında şu yorumu yapmıştır:

“Uygarlığın başarısızlığı… Her şey sona erince İsmet’in gülümsemesine şaşmamalıdır. Ankara’dan alınan haberlere göre barış orada büyük bir Türk zaferi olarak karşılanmıştır ve gerçekten de öyledir…” (Salahi Sonyel – Gizli Belgelerle Lozan Konferansının Perde Arkası Türk Tarih Kurumu, 2014 s.186)

Lozan Konferansında İngiliz Delegasyonunda yer alan Sir Andrew Ryan: “Lozan’da onursuz bir barış imzaladık. Bu İngiltere’nin şimdiye dek imzalamış olduğu antlaşmaların en uğursuzu, en mutsuzu ve en kötüsüdür.”

Son olarak Türkiye’nin Lozanla İslam dünyasından koparıldığı söyleyenlere iki Müslüman liderin cevabı ile cevap verelim:

28 Temmuz 1923 tarihli The Times Gazetesi’nde Ağa Han şu ifadeleri kullanacaktır: “Tarihte ilk kez bir İslam ulusu tarafından kesin eşitlik esasına dayanarak Batı’nın yüce devletleriyle bir antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşama Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın sarsılmaz önderliğinde ve İsmet Paşa’nın sabırlı diplomasisine verilen krediyi yansıtır. Türk ulusuna sağlamış olduğu özgürlük bir bütündür.”
Yine Hint Müslümanları Liderlerinden Sir Abbas Ali Baig Assiatic Review dergisinin Ekim 1923 tarihli sayısında şöyle demiştir: “Lozan Antlaşması, Asya ve Avrupa için oldukça önemli olan diplomatik bir zaferdir. Ölü olarak doğmuş olan Serv Antlaşması’nı mezara koymuş ve Venizelos’la Loyd George’un saldırgan politikaları sonuçta çökmüştür…. Bütün Avrupa İsmet Paşa’yı yeteneklerini, dürüstlüğü, içtenliği ve ağırbaşlılığından ötürü taktirle anmaktadır… Modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Paşa’nın da, İslam Dünyasın her yanında saygınlığı büyüktür ve ona “Seyfullah” (Tanrının Kılıcı) adı verilmiştir… Barış, Hindistan’ın her yanında sevinçle karşılanmıştır.”( Salahi Sonyel – Gizli Belgelerle Lozan Konferansının Perde Arkası Türk Tarih Kurumu, 2014 s.189)

Yukarıdaki açıklamalarla da görüldüğü gibi fazla söze hacet yok. Lozan tarihi bir Türk Zaferidir!..

Mahmut Aslan-03.10.2016

Ekonomik Kriz Kapıda

Geçtiğimiz hafta gerek hükümet tarafından yapılan açıklamalar gerekse uluslararası derecelendirme kuruluşlarının ülkenin derecesini düşürmesi ülke ekonomisinin dar boğazda olduğunu gösteren büyük kanıtlardır. Siz bakmayın hükümet yetkililerin bol kese atmalarına gerçekte görünür durum onların hayal dünyalarından çok farklı.
Türkiye ekonomisi büyük bir sıkıntıdadır. Bu sıkıntının kaynağı ülkemizin eline geçen fırsatları en iyi şekilde kullanamamasıdır. Dünyada paranın bol olduğu yıllarda bile (2002-2008 arası), bu bolluğu; sanayimizi geliştirmek, borçlarımızı ödemek ve tüketmekten çok üretmek için kullanamadık. Bu dönemde yanlış ekonomik politikalar sayesinde borçlandık ve yüksek faiz batağına girdik, cari açık verdik, dış ticaret açığı verdik. Yani AKP hükümeti uygun ortamda bile ekonomimizi mahvetti, halkımızı yoksulluk ve açlıkla baş başa bıraktı.
15 Temmuz sonrasında Hükümet kriz nedeniyle ödemelerini yapamayan mükellefler için, kamu alacaklarının yeniden yapılandırma çalışması yapmıştır.
Hükümetin son olarak yaptığı açıklamalara bakarsak şu söyleyebilir ülke insanımız nakit sıkıntısı yaşamakta ve kapitalizmin ana gerekliliklerinden biri olan tüketimi istenilen ölçüde yapmamaktadır. Bu nedenle geçtiğimiz hafta Başbakan Binali Yıldırım’ın yaptığı açıklama ile kredi kartı taksit sayısı 9’dan 12’ye çıkarılmış, birikmiş kredi kartı borçlarının 72 aya kadar yapılandırılacağı kamuoyuna duyurulmuştur.
Bu süreçte yurttaşlarımızın kredi kartındaki taksit artışına kanarak daha fazla tüketim yapmamaları yararlarına görünmektedir. Çünkü yeni yapılacak borçlanmalarla ödenme zorluğu ile başbaşa kalınabilir. Ülkedeki olumsuz bu durumu uluslararası derecelendirme kuruluşları da görüp geçtiğimiz haftalarda birer birer Türkiye ile ilgili değerlendirmelerini kamuoyu ile paylaştılar.
ULUSLARARASI DERECELENDİRME KURULUŞLARI NE DİYOR?
Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s, Türkiye’ye 2013’ün Mayıs ayında verdiği “yatırım yapılabilir” seviyedeki kredi notunu yaklaşık 40 ay sonra 23 Eylül 2016’de geri aldı. Moody’s, Türkiye’nin kredi notunu “yatırım yapılabilir” seviyenin 1 basamak altı olan Ba1 seviyesine indirdi.
Üç büyük kredi derecelendirme kuruluşu arasında Türkiye’yi en yüksek kredi notuyla değerlendiren Fitch, Türkiye’yi “yatırım yapılabilir” seviyenin en düşük basamağında değerlendiriyor. Fitch, 19 Ağustos’ta Türkiye’nin “durağan” görünümünü “negatif”e çekmişti.
Üç büyükler arasında Türkiye’yi en düşük kredi notuyla değerlendiren kuruluş olan Standard&Poor’s ise 20 Temmuz’da Türkiye’nin kredi notunu 1 basamak düşürmesinin ardından, Türkiye’yi “yatırım yapılabilir” seviyenin 2 basamak altında değerlendiriyor.
Türkiye’nin ülke notunun en az 2 büyük kredi derecelendirme kuruluşu tarafından yatırım yapılabilir seviyede değerlendirilmesi, Türkiye tahvillerinin, görece daha muhafazakâr fonlar tarafından alınabilmesi anlamına gelmektedir.
Görüldüğü gibi 3 büyük kurumdan 2’si Türkiye ekonomisini yatırım yapılabilir seviyenin altına çekmiştir. Bu nedenle artık uzun yıllardır yabancı para akışı ile biraz nefes alan ülke ekonomisi iyice dar boğaza gireceğe benzemektedir.
Türkiye’nin derece notunun düşürülmesinin sebeplerine bakacak olarak yıllardır yükselen cari açığın yanı sıra darbe girişimi sonrasında ülkede yaşanan siyasi istikrarsızlık OHAL ve KHK ile yaşanan hukuksuzluklar ve patlayan bombaları da görebiliriz.
Hükümet sözcülerinin Moody’s’in Türkiye ile ilgili açıkladığı derece notu olayı siyasi olarak göstermeye çalışması da gülünç bir durumdur. Çünkü aynı hükümet yetkilileri 6 Mayıs 2013’te aynı Moody’s, Türkiye’nin kredi notunu Baa3 seviyesine yükselttiğinde, Moody’s’e ve diğer derecelendirme kuruluşlarına övgüler düzüyorlardı.
Ülkedeki siyasal ve ekonomik krizin ana sebebi AKP iktidarın uyguladığı dinci ve neoliberal ekonomi politikalarıdır. Bu nedenle AKP iktidardan düşmeden ülke insanın gün yüzü göreceği yok.
AKP neoliberal politika uygularken, iktidarın alternatifi olacak ana muhalefet partisinin sözcülerinin de farklı bir şey söylediği yok.
Umut emekten yana üretim ekonomisinde…
Mahmut Aslan-29 Eylül 2016

22 Eylül 2016 Perşembe

İŞKENCE İNSANLIK SUÇUDUR!..



15 Temmuz darbe girişimi sonrasında darbeci General Akın Öztürk’ün ve yanındaki darbeci askerlerin görüntülerini gördüğüm zaman bu yazıyı yazmaya karar verdim. Ancak ülke gündeminin yoğunluğundan başka yazılar yazmak zorunda kaldım.

Büyük oyuncumuz ve Cumhuriyet Aydını Tarık Akan’ın Hakka yürümesinden sonra çıkan solculuk tartışmaları da onun toplumcu gerçekçi filmlerini yeniden hatırlandı. Ben de bu süreçte büyük yazar ve şairimiz Rıfat Ilgaz’ın 2. Dünya Savaşı sırasında kendi yaşadıklarını anlattığı kitabından uyarlanan Karartma Geceleri filmini yeniden izledim. Filmdeki işkence sahneleri bu yazıyı kaleme almamın en büyük tetikçisi oldu.

Tarık Akan  da film dışında 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası gördüğü işkenceyi “Anne kafamda Bit Var” kitabında şöyle anlatıyordu:

“Uykumun en derin yerinde bacaklarıma bir tekme yedim. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Başımdaki polis avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Toparlanamadan bir yumruk da mideme yedim. Ranzaya çöküp kaldım. Polis kolumdan tuttuğu gibi beni açıklığa savurdu. Sürekli küfrediyordu: ‘Bunun ne ayrıcalığı var? Kim koydu bunu buraya?..’ Polis beni duvara çevirdi. Bir yandan küfrediyor, bir yandan da fotoğrafçıya fotoğraflarımın çekilmesini, parmak izlerimin alınmasını emrediyordu. O ana kadar duvara dönük olan gözlerim, yerde oturmuş, yaşları 20 dolayındaki 3 çocuğu gördü sonunda... Gözleri bağlıydı. Bakışlarım ekmek gibi kabarmış tabanlarına takıldı. Bakakalmışım. Bir ayak tabanının bu denli şişebileceğini aklım almamıştı. Dehşete kapılmıştım. Gözlerimi çocuklardan alamıyordum. Fotoğrafçı işini bitirdi. Yeni gördüğüm bir polise seslenerek: ‘Tarık Abi’yle bir resmimizi çek, hatıra olur’ dedi. Bir güzel fotoğraf çektirdik. Sonra yumuşak başlı bir polis gelip doktor çağırdı. Kot pantolonlu bir kız geldi. Polis, çocukları gösterip, ‘Yürüt onları’ dedi. Kız, çocuklardan birini ayağa kaldırıp yere bastırmaya çalıştı. Dayanamadım, hücreye girdim. Dalmışım.”

Türkiye Cumhuriyeti tarihi de biraz da işkenceler tarihidir diyebiliriz. Cumhuriyetimizin ilerici yanlarını bir yana bırakırsak birçok aksayan yanı olduğu bir gerçekliktir. İşkence uygulamaları da bunun örneklerinden biridir. Sansaryan Han, Ziverbey Köşkü, 12 Eylül'ün İşkence Merkezi Derin Araştırmalar Laboratuvarı (DAL) ve Diyarbakır zindanları hala hafızalardadır.

İŞKENCE ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERLE ve ANAYASA İLE YASAKLANMIŞTIR!

Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Sözleşmesi BM Genel Kurulunun 1984 yılında aldığı 39/46 sayılı kararla kabul edilmiştir. Sözleşmenin 1. Maddesinde işkence “kişiye uygulanan fiziki ve manevi ağır acı veya ızdırap veren fiil olarak tanımlanmıştır. Sözleşme işkenceyi kesin olarak yasaklamıştır. Sözleşmenin ikinci maddesine göre “… hiçbir istisnai durum, savaş hali ve tehdidi, iç siyasi istikrarsızlık veya başka her hangi bir olağan üstü hal, işkence uygulaması için gerekçe gösterilemez.” denilmektedir.

Yine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 3. Maddesi “Hiç kimseye işkence yapılamaz, insanlık dışı ya da küçültücü ceza veya muamele uygulanamaz” demektedir. Sözleşmenin olağan üstü durumlarda yükümlülük azaltmayı içeren 15. Maddesi şöyle demektedir:
1.Savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike halinde her Yüksek Sözleşen Taraf, ancak durumun gerektirdiği ölçüde ve uluslararası hukuktan doğan başka yükümlülüklere ters düşmemek şartıyla bu Sözleşmede öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirler alabilir.
2. Yukarıdaki hükme dayanılarak, üçüncü ve dördüncü maddeler (fıkra-1) ve yedinci madde ile meşru savaş fiilleri sonucunda meydana gelen ölüm olayları dışında ikinci madde hiçbir suretle ihlal edilemez.
AİHS’nin uygulanmasıyla ilgili adli bir koruma mekanizması olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 3. Maddenin asla askıya alınamayacağını verdiği pek çok kararda defalarca tekrar etmiştir.

Uluslararası sözleşmelerin yanı sıra halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasasının 17. Maddesi işkenceyi yasaklamıştır. 17.Maddeye göre: “…Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tâbi tutulamaz.” denilmektedir.

Görüldüğü gerek uluslararası sözleşmelerle gerekse Anayasa ile işkence yasaklanmıştır.

ÜLKEDE YAŞANAN SON DURUM

Uluslararası Af Örgütü 26 Temmuz 2016 tarihinde yayınladığı bildiri de 15 Temmuz başarısız darbe girişimi sonrası göz altına alınanlara ve tutuklananlara işkence yapıldığını şu cümlelerle açıklamıştır:

“Ülkedeki resmi ve gayri resmi merkezlerde gözaltında tutulan kişilerin, tecavüz de dahil olmak üzere işkence ve dayağa maruz bırakıldığını gösteren güvenilir kanıtlar toplamıştır.”

Uluslararası Af Örgütü’nün Avrupa Direktörü John Dalhuisen açıklamanın devamında  “Türkiye şu anda halkının güvenliğinden haklı olarak endişe duymaktadır ancak hiçbir durum işkence, diğer kötü muamele veya keyfi gözaltını mazur gösteremez. Şu anda Türkiye’de bir korku ve şok iklimi yaşanmaktadır. Hükümet ülkeyi haklar ve hukuka saygı yoluna yönetmeli, öç ve intikam almaya girişmemelidir.” demiştir.

Bu açıklamaların dışında çok sayıda eski yüksek yargıcın avukatlığını yapan Av. Hüseyin Aygün FETÖ'dan tutuklu savcı Seyfettin Yiğit’in Bursa hapishanesinde ölü bulunması üzerine attığı twitlerle müvekkillerinin hücreye alınmasından bahsetmiş ve “Hapishane zaten bir ızdırap ve acı yeridir. 'Hapishane içinde hapishane' sadece tecrit demektir, tecrit ise dünyada her yerde işkencedir..” yazarak birebir yasadıklarını kamuoyunu ile paylaşmıştır.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere ülke hızla hukuk kuralları dışına çıkarak yönetilmektedir. Hukuk kuralları herkese lazım, bugün güce sahip olanlar yarın gücü ellerinden kaybettiklerinde aynı muamelelere maruz kalabilirler. O yüzden hukuksuz uygulamalara biran önce son verilmelidir. Ülke öç ve intikam duyguları ile değil biran önce hukuk kuralları çerçevesinde yönetilmelidir.

Mahmut Aslan-22.09.2016

20 Eylül 2016 Salı

Siyasal İslama Karşı Öfkelenin!

Başlık sizler için biraz şiddet eğilimi gibi gelebilir ancak bu başlığı 2011 yılında okuduğum Cumhuriyet kitapları tarafından yayınlanan Stephane Hessel'in yazdığı az sayfalı ama içerik olarak dev bir kitaptan esinlenerek attım.

Hessel İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız direniş hareketlerine katılmış, faşizme karşı mücadele etmiş ve bu eylemlerinden dolayı toplama kampına gönderilerek işkenceye uğramıştır.

Savaş sonrası Birleşmiş Milletler’de İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin yazılmasına katkıda bulunmuş ve hayatı boyunca ezilenlerin yanında yer almış bir eylemci, düşünür ve aydınlanma savaşçısıdır.

Kitapta Hessel neden öfkelenmemiz gerektiğini göstermek için bizlere şöyle sesleniyor:

"Sizlere empoze edilen bir dünya bakışından tiksindiğinizi, kızdığınızı gösterecek, insana has en basit tepkileri verin! ‘ÖFKELENİN"

Ülkemizde bu tanımdan sonra öfkelenecek o kadar çok şey var ki, yolsuzluklar,çocuk istismarı, alkol yasakları, eğitimin dinselleşmesi vb bir çok şey. Bütün bunların bileşeni ise Siyasal İslam'dır. O yüzden öfkemizi yöneteceğimiz merkez tam da burasıdır.

SİVİL DARBE'DEN İSLAM DEVLETİNE

30 Ağustos günü devletin resmi törenlerinde türbanlı emniyet müdürünü hepimize normal bir şey oluyormuş gibi izlettiler. Görüntüyü izleyince eyvah dedim. Öngörülerimiz doğru çıkıyor. Türkiye yeni kapı mutabakatı ile İslam Cumhuriyetine doğru hızla sürükleniyor.

Geçtiğimiz hafta Ankara CUMOK, Eğitim-İş, İlerici Kadınlar Derneği, Karaözü Şahruhlular Platformu, Kültür Sanat Emekçileri Derneği, Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür Ve Eğitim Vakfı, Yargıçlar Sendikası’nın da bulunduğu örgütler ve benim de içinde bulunduğum bir grup aydın bir bildiri yayınlayarak ülkenin sürüklendiği durumla ilgili kamuoyunu uyarmaya çalıştık. Bildirimizde:

"Sistemi elinde tutanların, yıllar boyunca müttefiki oldukları FETÖ’nün girişiminden “ders çıkarmaları” bir yana, krizi fırsata çevirerek oradan boşalan yeri doldurmaya çalıştıkları açıktır. Bu bağlamda Yenikapı mitinginin içeriği ve fotoğrafı, Anayasa’nın 2. Maddesi’nde yer alan laik, demokratik ve sosyal hukuk devletine karşıdır ve en az FETÖ örgütü kadar kötüdür, militaristtir, demokrasi ve laiklik karşıtıdır, şeriat özlemcisidir, tehlikelidir!" demiştik.
Bildirimizin tamamını "YENİ CEMAATLEŞME VE SİVİL DARBEYE GİDİLİYOR" telgrafhane.org, yakınplantv ve Merdan Yanardağ yönetimindeki internet gazeteci ABC' den okuyabilirsiniz .

Görüldüğü gibi bildiride yazdıklarımız gerçekleşmekte ve Türkiye sivil darbe eliyle türbanlı polisleri ve yargıçlarıyla Afganistanlaşmaya, İranlaşmaya başlamaktadır. Kısacası laik teyzeler diye bir grup kendini bilmezin küçümsediği kesimler haklı çıkmıştır.

Türbanlı emniyet müdürü görüntülerine sosyal medya üstünden yoğun bir tepki geldiğini gözledim ama ne yazık ki buna karşı her hangi bir tepki örgütlenmemektedir.

Bu sene 30 Ağustos kutlamalarına katılım kalabalık ve çoşkuluydu. Yurdun dört bir yanından milyonlarca insan Atatürk'ün kurduğu laik cumhuriyete sahip çıkacaklarını yasaklamalara karşın dosta düşmana karşı gösterdiler ama bu milyonlarca insan gerçekten bir örgütlenme ile ülke yönetimine el koyamıyorlar. Günü birlik deşarj olma dışında bu kutlamaların her hangi bir geri dönüşü ve uyarıcı etkisi olmamaktadır.

Bu durumun ana sebebi ise bu öfkeyi; laiklikten, cumhuriyetten yana olan hiçbir siyasi partinin doğru şekilde doğru şekilde örgütleyememesidir. Bu örgütlenmenin adresi CHP'dir. Ancak onun da yönetici kadro sorunu bulunmaktadır. Ülkede bunca şey olurken hiçbir ses çıkarmayan ve bu konuda şunu söylersek birileri ne düşünür diyen kadrolarla bu iş olmayacağı açık ve nettir.

Ama bizim kitabımız da umutsuzluğa yer yok. Siyasal İslam Tunus'ta, Cezayir'de ve Mısır'da kaybetti bizim ülkemizde de eninde sonunda kaybedecek.

Mustafa Kemal'in bir sohbetin de Falih Rıfkı Atay’a söylediği söze kulak verelim: “Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler, Hint’ten, Mısır’dan döner dolaşır gene gelir, verimli neticeleri kalpleri doldurur”

Bu ülkedeki güçlü laik damara güvenin ve direnmeye devam edin.Çünkü Hessel'in Manifestosunu bitirdiği şu cümle de söylediği gibi:

“YARATMAK DİRENMEKTİR. DİRENMEK YARATMAKTIR.”

Mahmut Aslan- 1 Eylül 2016

Türkiye Solunun Terörle İmtihanı

Türkiye 3 tarafı denizlerle çevrili bir ülke olarak tanımlarken artık dört bir yanı terör örgütleri ile çevrili bir ülke olarak tanımlanmaktadır. İŞİD, PKK ve FETÖ bu örgütlerin en büyükleridir.

Bu terör örgütlerinin emperyalist güçlere bağlantısız olduğunu sanırım biraz mantığı çalışan kimse söyleyemez. Hepsinin büyük dostu, mazlum milletlerin baş sömürücü ABD olduğu da bir gerçeklikken bizim ülkenin bazı sol gruplarının bu örgütlerin yaptığı eylemlere karşı gösterdiği tepkiler birbirinden farklılık göstermekte.

Örneğin geçtiğimiz hafta ülkemizde büyük bombalı saldırılar meydana geldi. Bu bombalı saldırılar sonucunda onlarca insanımızın yaşamını kaybetti.

Mardin, Diyarbakır ve Elazığ’da yaşanan bombalı saldırıları PKK terör örgütü üstlenirken, Gaziantep patlamasını İŞİD terör örgütü üstlendi. PKK’nın düzenlediği bombalı saldırılara sesi çıkmayan bazı sol örgütler ve partilerin, sadece Gaziantep patlamasına büyük tepki vermesi dikkat çekiciydi.
Laiklikle ilgili çıkışlarıyla ve solun birleşik bir yapı kazanması için yürüttüğü çalışmalarla birçok solcunun sempati ile baktığı Birleşik Haziran Hareketi (Hareketin genel sürükleyici ÖDP ve HTKP) Gaziantep sonrası “Örgütlü Kötülük Bir Kez Daha İnsanlığa Saldırdı” başlığı ile bildiri yayınlarken Mardin, Diyarbakır ve Elazığ’da yaşanan bombalı saldırılar sonrası içinse hiçbir açıklamada bulunmadı.
Yine 1980 sonrası solun en kitlesel hareketlerinden biri olan ve geçtiğimiz yıllarda üçe ayrılan TKP bileşenlerinden Komünist Parti Gaziantep saldırısı sonrası “Bombalara Boyun Eğmeyeceğiz” başlıklı bir bildiri ile saldırıyı kınarken, diğer saldırılarla ilgili bir açıklamada bulunmadığı internet sitesi üzerinden görülmektedir. Bu bölünme sonrası kurulan bir diğer parti olan Türkiye Komünist Hareketi hem Mardin ve Diyarbakır saldırılarını, hem de Gaziantep saldırısını kınayan bir bildiri yayınlayarak geçmişte bir arada siyaset yaptıkları diğer iki partiden farklı bir tutum takınmıştır.

Bu konuda en sert ve hiç beklemediğim bir çıkış ise yukarıda bahsettiğimiz komünist partilerden farklı bir yapıdan gelen TKP1920’den geldi. “IŞİD ve PKK de Bozguna Uğrayacak” başlığı ile yayınladıkları bildiri ile İŞİD’in ve PKK’nın halkı katlettiğine vurgu yaparak şunları söylemekteler : “ Esas olarak kendi siyasal deneyimleriyle bilinçlenen, hayattan öğrenen kitleler IŞİD’in ve PKK’nin de tıpkı FETÖ gibi emperyalizmin kör aleti olduğunu, bu örgütler eliyle düzenlenen katliamların Amerikan-NATO güdümlü kontrgerilla saldırıları olduğunu kavrıyor. Bencil çıkar hesaplarıyla bu örgütlerle açık açık koalisyon kuranları, uzun süre kader birliği yapanları sorgulayacakları günler de uzak değil.” diyerek konu üstünde en bilinçli yorumu yapıyorlardı.

Solun, sosyalizmin nihai hedefi insanların mutluluğu ve kaliteli bir yaşam sürmesi iken yaşanan bombalı saldırılar sonucunda hayatını kaybedenlerin mesleğine, eylemi yapanların kimler olduğuna göre solcularımızın açıklama yapması gerçekten yüreğimi sızlattı.

Bu açıklamalardan sonra Uğur Mumcu’nun şu sözleri geldi aklıma: “terör bir insanlık suçudur. Bu terör kim tarafından yapılırsa yapılsın, devlet tarafından yapılsa da, PKK gibi dev-sol gibi ya da ülkücü gruplar gibi ya da İslamcı terör grupları gibi terörün bir tanesinden yarar ummak ya da bir tanesine hoşgörüyle bakmak ya da bu olayları suskunlukla geçirmek bir insanlık suçudur.”

Solun mücadele alanı son zamanlarda giderek artmaktadır. Laiklik, eşitlik, adalet ve demokrasi mücadelesi bunların en temelidir. İnsanlık suçuna karşı durabilenlere ve solun büyük insanlık mücadelesini sürdürenlere selam olsun.

Mahmut Aslan-25.08.2016

Yenikapı Kulları ve Laik Cumhuriyetin Sonu!

Dün yapılan miting günlerce konuşulacağa benziyor. Başından beri bu mitingin Tayyip Erdoğan’ın yeni rejimini onaylamaktan başka bir şey olmayacağını söyleyenler haklı çıktı sanırım.
Dün o meydanda neler yaşandı?
Öncelikle miting reklamlarını televizyondan izledik. Mitinge çağrı anonslarında, bırakın savaş kazanmayı, kantin görevlisi olarak askerliğini yaptığı dönemde askeri tatbikatlara gidip gitmediği bile şüpheli olan biri Başkomutan  olarak tanımlanıyor ve  sıfatla çağrı yapılıyordu. Az biraz tarih meraklısı biri Başkomutanlığın Meclis tarafından temsil edildiğini bugüne kadar bir kez bu yetkinin 5 Ağustos 1921’de mecliste alınan kararla Mustafa Kemal Atatürk’e devredildiğini bilir.
Reklamdan başlayan yanlışlar mitingin ilk anlarında devam etti. Devlet protokolü uygulanacağı söylenen miting, İstiklal marşından sonra Kuran tilaveti ile devam etti. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yürürlükteki anayasası devletin şeklinin laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti olarak tanımlarken orada Kuran okunması laikliğe karşı vurulmuş bir darbedir. Bu darbe ile laik cumhuriyet sonlandırılmış ve yerine İslam Cumhuriyeti kurulmuştur.
Hele Cumhuriyetin kurtarıcı ve kurucu partisi CHP’nin liderinin bu oyuna gelip oraya katılması ise yüreklerimizi sızlatmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy veren milyonlarca seçmen laikliğin en büyük savunucusu olmaya devam edecektir ama partinin lider kadrosunu işgal edenlerle de en kısa zamanda hesaplaşacaktır.
Bunları sosyal medya üstünden söylediğimizde olacakları öngöremeyen ve bir grup partili, “hüloğğğcunun” saldırısına uğradım. O sırada elimde bulunan kitaptaki bir bölüm  bana bu konuda bir özgüven sağladı. O satırlarda “Onaylayıcı düşünce temelde çoğu insanın düşündüğünü tekrarlamak, muhalif düşünme ise çoğunluğun düşüncelerinden tamamen farklı, yeni düşünceleri ortaya çıkarmaktır. Yaratıcı kişiler daha bağımsız rahattan uzak, otoriteye karşı direnen genellikle ayrıntı ve rutini sevmeyen kimselerdir.” yazıyordu( J.P. Colors Ahmet Edip Harabi Baba Divanı Cilt 1,Alevi Araştırmaları Dergisi Yayınları s.44)
“İSLAM KIYAMETE KADAR BU TOPRAKLARDA YAŞAYACAKTIR”
Laiklik düşmanı İsmail Kahraman’ın konuşması ise yeni kurulan düzeni göstermek açısından önemliydi. Belki konuşmayı dinlememiş olanlar vardır. Sizinle bir bölümünü paylaşalım: “1071’de Malazgirt’te 200 bin kişilik Bizans ordusunun karşısına çıkarken ‘Ey askerler, eğer şehit olursam beyaz elbise benim kefenim olur’ diyen Tufan Alparslan’ın torunlarısınız. 10 asır önce Anadolu’ya gelen İslam kıyamete kadar bu topraklarda yaşayacaktır.”
RTE sahnede yine bildiğimiz gibiydi. Sanki ülkede bu kadar olay olmamış, memleketi bu hale getirenlerden biri de kendisi değilmişgibi Atatürk ismini anmadan bol Gazi Mustafa Kemal soslu, kendini aklayan bir konuşma yaptı. Konuşmasının bir bölümünde “AB’de idam yokmuş, burada yokmuş”… ABD’de var, Japonya’da, Çin’de var. Onlarda oluyor da, gerekirse burada zaten 84’e kadar vardı, sonra kaldırıldı. Bu millet böyle bir kararı veriyorsa, öyle zannediyorum ki siyasi partiler de uyacaktır.” diyerek idamın geri getirilmesi için resmentalimat verdi. Demokrasi lafının arkasından idamı savunmakta büyük demokratlık!
REİS’İN YARDIMINA HEP BAHÇELİ KOŞACAK DEĞİL YA!
Mitingle ilgili en güzel yorumlardan biri ise Siyasal Bilgiler Fakültesinin efsane hocalarından Taner Timur’dan geldi: “Her şey başından belliydi ve her şey de beklenene uygun cereyan etti. 7 Ağustos günü, Yenikapı’da, bir “demokrasi mitingi”nden çok CHP ve MHP destekli bir AKP mitingi izledik: Tilavet ve Diyanet dualarıyla, Rabia’sıyla, şiirleriyle, idam cezası çağrısıyla ve de devleti yeniden yapılandırma vaatleriyle tam bir AKP mitingi! Star her AKP mitinginde olduğu gibi yine REİS’ti; fakat fanları kibarlık edip “Genel Müdür” ü de el ucuyla alkışladılar. O da doğrusu çok yürekli davrandı. Yürekli ve dikkatli!.. Ünlü “Manifesto” sunun maddelerini burada da okumaktan çekinmedi; ama bir ihtiyatsızlık yapıp bunları “Kabul edenler? Etmeyenler?” diye oylamaya da sunmadı. Ne de olsa hasım sahada oynuyorsunuz! Her neyse, “Demokrasi”miz elbirliğiyle ilerliyor… Dar zamanlarında Reis’in yardımına hep Bahçeli koşacak değil ya!
Yazımıza Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sözleri ile son verelim. “Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikatı medeniyedir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir.”
İnsan olmak için doğru bildiğimizi söylemeye devam edelim ve umutsuzluğa kapılmadan örgütlenelim.

Mahmut Aslan-08.08.2016

CELAL ŞENGÖR’ÜN CEHALETİ